Elâ! Ey mantıksız miskin! Neredesiniz? Bakınız. Mantık-
ta mukarrerdir: Mahsusattaki vehmiyat, bedihiyattandır.
Eğer bu bedaheti inkâr ederseniz, size nasihate bedel ta-
ziye edeceğim. Zira, ulûm-i adiye sizce ölmüş ve safsata
dahi hayat bulmuş derecesindedir.
•
Dördüncü belâ
ki, ehl-i zahiri teşviş eder, imkân-ı
vehmîyi imkân-ı aklî ile iltibas ettikleridir.
Hâlbuki, imkân-ı vehmî, esassız olan ırk-ı taklitten te-
vellüt ile safsatayı tevlit ettiğinden, delilsiz olarak her bi-
ri bedihiyatta bir “belki,” bir “ihtimal,” bir “şekke” yol
açar. Bu imkân-ı vehmî, galiben muhakemesizlikten, kal-
bin zaaf-ı asabından ve aklın sinir hastalığından ve mev-
zu ve mahmulün adem-i tasavvurundan ileri gelir.
Hâlbuki, imkân-ı aklî ise, vacip ve mümtenî olmayan
bir maddede, vücut ve ademe bir delil-i kat’îye destres ol-
mayan bir emirde tereddüt etmektir. Eğer delilden neş’et
etmişse, makbuldür; yoksa muteber değildir.
Bu imkân-ı vehmînin ahkâmındandır ki, bazı vehham-
lar diyor: “Muhtemeldir, bürhanın gösterdiği gibi olmasın.
Zira, akıl her bir şeyi derk edemez. Aklımız da buna ihti-
mal verir.”
Evet. Yok! Belki ihtimal veren, vehminizdir. Aklın şe’ni
bürhan üzerine gitmektir. Evet, akıl her bir şeyi tartamaz;
fakat, böyle maddiyatı ve en küçük hadimi olan basarın
kabzasından kurtulmayan bir emri tartar. Faraza tartmaz
ise, biz de o meselede çocuk gibi mükellef değiliz.
adem:
yokluk.
adem-i tasavvur:
tasavvur ede-
memek, tasarlayamamak, düşü-
nememek.
ahkâm:
hükümler.
basar:
göz.
bedahet:
açıklık, aşikâr, ispata ih-
tiyaç olmayacak derecede açık-
lık.
bedel:
karşılık.
bedihiyat:
açık, meydanda olan-
lar, delil ve ispata ihtiyacı olma-
yacak şekilde açık, meydanda
olan şeyler.
belâ:
musibet, sıkıntı.
bürhan:
bir şeyi ispatlamak için
kullanılan kesin delil.
delil:
bir davayı ispata yarayan
şey, burhan.
delil-i kat’î:
kesin delil.
derk:
anlama, kavrama.
destres:
elverme, kuvvet ve zen-
ginlik.
ehl-i zahir:
dış görünüşe bakan-
lar, sadece dış görünüşle ilgile-
nenler.
elâ:
Arabca’da söze başlarken
kullanılan “Öyle değil mi?”, “Dik-
kat ediniz” gibi manalara gelen
edattır.
faraza:
farz edelim ki, öyle saya-
lım ki, söz gelişi.
galiben:
ço€u zaman, ço€u kere.
hâdim:
hademe, hizmetçi.
ırk-ı taklit:
kökü taklit olan, soyu
taklitten gelen.
ihtimal:
olabilirlik.
iltibas:
karıştırmak.
imkân-ı aklî:
aklen mümkün bili-
nen, aklen mümkün olma.
imkân-ı vehmî:
vehim ve kurun-
tuyla bir şeyi mümkün görme,
olabilir zannetme.
inkâr:
reddetme, inanmama, ka-
bul ve tasdik etmeme.
kabza:
tutamak yeri, el.
maddiyat:
maddî ve cismanî şey-
ler, gözle görülüp elle tutulur
cinsten şeyler.
mahmul:
bir ibareden çıkan
muhtemel mana.
mahsusat:
gözle görülür şeyler,
duyularımızla hissetti€imiz şey-
ler.
makbul:
kabul edilmiş, geçerli.
mesele:
önemli konu.
mevzu:
konu.
u
nsuru
’
l
-H
akikaT
| 108 | MuhakeMat
miskin:
uyuşuk, tembel; za-
vallı.
muhakeme:
akıl yürütüp
do€ru netice elde edebilme,
tartma, de€erlendirme, yargı-
lama.
mukarrer:
kesinlik kazanmış
hüküm.
muteber:
güvenilir, geçerlili€i
olan.
mükellef:
sorumlu ve yü-
kümlü olan, bir şeyi yapmaya
mecbur olan, vazifeli.
mümteni:
varlı€ı mümkün ol-
mayan.
neş’et:
meydana gelme, oluş-
ma, çıkma.
safsata:
gerçek dışı fikri kar-
şı tarafa kabul ettirmek için
başvurulan, görünüşte do€ru
gibi göründü€ü hâlde gerçek-
te yanlış olan kıyas.
şe’n:
iş, durum, özellik, yapı.
şek:
şüphe, zan, tereddüt.
taziye:
felâket durumlarında
üzüntüyü azaltacak sözler
söyleme.
tereddüt:
kararsızlık, şüphe-
de kalma.
teşviş:
karıştırma, karmakarı-
şık etme.
tevellüt:
do€ma, do€um.
tevlit:
do€urma, sebep olma.
ulûm-i adiye:
sıradan ilimler,
bilinen ilimler.
vacip:
varlı€ı zorunlu olan.
vehham:
çok şüphe ve ves-
vese eden, çok kuruntulu; ve-
himli, kuruntulu.
vehim:
zan, şüphe, yanlış ve
esassız düşünce.
vehmiyat:
vehimler, kurun-
tular, gerçekte olmayıp var
zannedilen şeyler.
zaaf-ı asap:
zayıf damar.