Eğer istersen Cennetü’l-Firdevs gibi olan Delâilü’l-
İ’caz’ın iki yüz yirmi birinci kapısından gir; göreceksin,
o koca Abdülkahir, gayet hiddetli olarak böyle müteassif-
leri yanına çekmiş, tevbih ve tekdir ediyor.
• Yedinci belâ: Muarrefi münekker eden biri de, hare-
ke gibi bir arazı zatiye ve eyniyeye hasrettiklerinden,
“gayr-i men hüve leh” olan vasf-ı carîyi inkâr etmek lâzım
geldiğinden, şems-i hakikat tarz-ı cereyanından çıkarıl-
mıştır.
Acaba böyleler Arabların üslûplarına hiç nazar etme-
mişlerdir ki, nasıl diyorlar: “Dağlar bize rast geldi. Sonra
bizden ayrıldı. Başka bir dağ başını çıkardı. Sonra gitti,
bizden müfarakat eyledi. Deniz dahi güneşi yuttu ilh…”
Miftah-ı Sekkâkî’de beyan olunduğu gibi, pek çok yerler-
de sanat-ı beyaniyeden olan kalb-i hayali, esrar-ı beyani-
ye için istimal etmektedirler. Bu ise, deveran sırrıyla mağ-
lâta-i vehmiye üzerine müesses bir letafet-i beyaniyedir.
Şimdi, sermeşk olarak iki misal-i mühimmeyi beyan
edeceğim; tâ ki o minval üzerine işleyesin. Şöyle:
(1)
m
On
ôn
H r
øp
e Én
¡«/
a m
?Én
Ñp
L r
øp
e p
ABÉ n
ªs
°ùdG n
øp
e o
?u
õn
æo
jn
h
(2)
x
ôn
?n
àr
°ùo
ªp
d …p
ôr
én
J o
¢ùr
ªs
°ûdGn
h
Şu iki ayet gayet şayan-ı dikkattirler. zira, zahire cü-
mut, belâgatin hakkını cühut demektir.
zira, birinci ayette olan istiare-i bedia, o derece hara-
retlidir ki, buz gibi olan cümudu eritir ve bulut gibi zahir
perdesini berk gibi yırtar.
a’raz:
ifadenin aslından olmayan
unsur.
ayet:
Kur’an’ın her bir cümlesi.
belâ:
musibet, sıkıntı.
belâgat:
söz ve yazıda sanatlı ve
tesirli ifade; sözün güzel olmakla
beraber yerinde, hâl ve makama
uygun olması.
berk:
şimşek.
beyan:
açıklama, bildirme, izah.
Cennetü’l-Firdevs:
Firdevs Cen-
neti; altıncı cennet tabakası.
cühut:
bilerek inkâr etmek, bildi-
€i halde yanlış söylemek.
cümut:
donukluk, donuk olma,
donma.
delâil-i İ’caz:
Abdülkahir-i Cürca-
nî’nin Kur’ân,ın edebî yönden
mu’cizeliğini anlattığı eseri.
deveran:
dönme, dönüp dolaş-
ma.
esrar-ı beyaniye:
beyandaki sır-
lar, beyandaki gizli hikmetler ve
manalar.
eyniye:
mekânda bulunmasu se-
bebiyle bir şeye ârız olan hal.
gayet:
son derece.
gayr-i men hüve leh:
kendisine
ait olanın dışındaki, kendisine ait
olmayan.
hararet:
sıcaklık.
hasr:
yalnız bir şeye veya kişiye
mahsus kılma.
hiddet:
öfke, kızgınlık.
inkâr:
reddetme, inanmama, ka-
bul ve tasdik etmeme.
istiare-i bedia:
daha önce eşine,
benzerine rastlanmamış şekilde
bir kelime veya cümleyi asıl ma-
nası dışında başka bir manada
kullanma sanatı.
istimal:
kullanma.
kalb-i hayalî:
hayalin can dama-
rı, kalbi.
letafet-i beyaniye:
beyandaki
güzellik, ifadenin hoşlu€u.
ma€lata-i vehmiye:
vehmin, in-
sanı yanıltmak için yanlışı do€ru
göstermesi.
Miftah-ı Sekkâkî:
Sekkâkî’nin
sarf, nahiv ve aruz kafiyesinden
bahseden Miftahü’l-Ulûm adlı
eseri.
minval:
hareket tarzı, davranış,
usul, yol.
misal-i mühimme:
önemli misal,
örnek.
muarref:
bilinen.
müesses:
tesis edilmiş, kurul-
muş olan, kurulu.
müfarakat:
uzaklaşma, ayrı-
lık.
münekker:
bilinmeyen, belli
olmayan bir şeye delâlet
eden.
müteassif:
do€ru yoldan sa-
pan, şaşıran, yolsuzluk eden.
nazar:
bakış.
sanat-ı beyaniye:
belagatlı
ve fasih söz söyleme sanatı.
sermeşk:
alıştırma için hazır-
lanmış yazı örne€i, taslak ya-
zısı.
sır:
gizli hakikat, bir şeyin dik-
kat ve tecrübe ile anlaşılan
en ince yanı.
şayan-ı dikkat:
dikkate lâyık,
dikkate de€er.
şems-i hakikat:
hakikat gü-
neşi, gerçe€in parlaklı€ı.
tarz-ı cereyan:
hareket tarzı.
tekdir:
azarlama.
tevbih:
azarlama, paylama.
üslûp:
ifade yolu, kendine
has ifade veya yazı tarzı.
vasf-ı cari:
geçerli hal, mev-
cud olan vasıf.
zahir:
dış yüz, görünüş.
zatî:
zata ait, zatın kendisin-
den olan.
1.
Gökteki dağ gibi bulutlardan Allah dolu taneleri indirir. (Nur Suresi: 43.)
2.
Güneş de kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider. (Yâsin Suresi: 38.)
u
nsuru
’
l
-H
akikaT
| 110 | MuhakeMat