Ve keza, şu mu’cizeli ve hikmetli ef’al-i kerîmânenin
tezahüratından anlaşılıyor ki, sâni-i Fail’in pek gizli ke-
malâtı vardır. Ve daima o kemalâtı enzar-ı âleme arz ve
teşhir etmek ister. Çünkü, daimî bir kemal, daimî bir te-
zahür ile takdir edicilerin devam-ı vücutlarını iktiza eder.
Çünkü, adem-i mutlaka namzet olan insan, kemalâta
kıymet vermez ve istihsan ve takdire bedel istiskal ve tah-
kir eder.
Ve keza, bu güzel, müzeyyen, münevver masnuatın
sânii için mücerret manevî bir cemal vardır. Ve onun, o
mahfî hüsün ve cemal için pek çok mehasin ve letaifi
vardır ki, kısa akıllarımızla idrak edemeyiz. ezcümle, o
cemalin kesif âyinelerinden biri sath-ı arzdır. Bu sath-ı
arz her asırda, her mevsimde, her vakitte daima tecelli
etmekte olan o cilvelerin gölgelerini teşhir, tavsif ilân ve
izhar eder.
Ve keza, hakaik-ı sabitedendir ki, yüksek bir cemal sa-
hibi, bizzat kendi gözüyle ve bilvasıta başkasının gözüy-
le, cemalini ve cemalinin inceliklerini görmek istiyor. Bi-
naenaleyh, cemal sermedî ve daim olursa, behemehâl
onun inceliklerini gösteren âyinelerinin de ebedî ve dai-
mî olması zarurîdir. Çünkü, bâkî bir hüsün, fânî bir müş-
taka razı olamaz. Ve zail ve fânî bir âşığın, ebedî ve bâ-
kî olan mahbubuna muhabbeti adavete kalbolur. evet in-
san, eli veya fehmi yetişmediği güzel bir şeyi, kendisini
teselli için takbih eder. Bu itibarla, bu âlem sânii istilzam
ettiği gibi, sâni de âlem-i ahireti istilzam eder.
adavet:
düşmanlık, husumet.
adem-i mutlak:
mutlak yokluk,
tam yokluk.
âlem-i ahiret:
ahiret âlemi.
âyine:
ayna.
bâkî:
ebedî, daimî, sürekli ve kalı-
cı olan.
behemehâl:
mutlaka, elbette, ne
yapıp edip.
bilvasıta:
vasıta ile, birisinin aracı-
lığı ile.
binaenaleyh:
bundan dolayı, bu-
nun üzerine.
cemal:
güzellik.
cilve:
tecelli, görüntü.
daim:
devam eden, devamlı, sü-
rekli.
devam-ı vücut:
varlığın devamı.
ebedî:
sonu olmayan, daimî, sü-
rekli.
ef’al-i kerîmâne:
asil ve yüce
davranışlar, cömertçe yapılan iş-
ler.
enzar-ı âlem:
âlemin dikkati, na-
zarı.
ezcümle:
bu cümleden olarak.
fânî:
ölümlü, geçici.
fehim:
anlayış.
hakaik-ı sabite:
değişmez haki-
katler, gerçekler.
hikmet:
İlâhî gaye, yüksek bilgi,
fayda.
hüsün:
güzellik.
idrak:
akıl erdirme, anlama, kav-
rama kabiliyeti.
iktiza:
gerektirme, lüzumlu kılma.
istihsan:
güzel bulma, beğenme.
istilzam:
gerektirme.
istiskal:
hoşlanmadığını çeşitli şe-
killerde belirtme, yüz vermeme.
izhar:
ortaya koyma, açığa çıkar-
ma, gösterme.
kalbolma:
bir hâlden diğer bir ha-
le geçme, dönüşme.
kemal:
olgunluk, mükemmellik,
kusursuz, tam ve eksiksiz olma.
kemalât:
faziletler, kemaller, ol-
gunluklar, mükemmellikler.
kemal-i sür’at:
tam sür’at, mü-
kemmel hız.
kesif:
kaba, yoğun, şeffaf olma-
yan.
keza:
böylece, aynı şekilde.
kıymet:
değer.
letaif:
güzellikler, incelikler.
mahbup:
sevgili, sevilen, muhab-
bet edilen.
mahfî:
gizli, saklı.
manevî:
manaya ait, maddî olma-
yan.
masnuat:
sanatla yapılmış şeyler.
mehasin:
güzellikler, iyilikler.
l
âsiYYemalar
| 70 | Mesnevî-i nuriye
mu’cize:
benzerini yapmak-
tan insanların âciz kaldığı şey.
muhabbet:
sevgi, aşk derece-
sinde sevme.
mücerret:
soyutlanmış olan,
cisim hâlinde bulunmayan.
münevver:
nurlu, ışıklı, par-
lak.
müştak:
arzulu, fazla istekli,
iştiyak gösteren.
müzeyyen:
ziynetlendirilmiş,
süslü.
namzet:
aday.
razı:
rıza gösteren, kabul
eden.
sâni:
her şeyi sanatlı olarak
yaratan Allah.
sâni-i Fail:
her şeyi sanatlı
olarak yapan ve işleyen Allah.
sath-ı arz:
yeryüzü, rûy-i ze-
min.
sermedî:
ebedî, daimî, sürek-
li.
tahkir:
hakaret etme, küçük
görme, şeref ve haysiyetini in-
citme.
takbih:
kabahatli, kusurlu bul-
ma.
takdir:
kıymet verme, beğen-
me.
tavsif:
vasıflandırma, bir şeyin
iç yüzü ve özelliklerini anlat-
ma.
tecelli:
belirme, bilinme, gö-
rünme.
teselli:
avutma, acısını dindir-
me.
teşhir:
ilân etme, herkese du-
yurma; sergileme.
tezahür:
görünme, belirme,
ortaya çıkma.
tezahürat:
görünüşler, belir-
meler, ortaya çıkmalar.
zail:
sona eren, yok olan.
zarurî:
zorunlu.