pek ehemmiyetli olursa, elbette söz verdiği şeylerde hilâf
olmayacaktır. Çünkü, hulfü’l-vaat kudretin izzetine zıttır.
• Ve keza, hadd-i tevatüre baliğ olan muhbirlerin itti-
fak ve icmalarına göre, o muhteşem ve azîm saltanatın
medarı ve cevelângâhı ancak ahiret memleketidir. Bu
küçük menziller, meydanlar o azamete daimî bir mekân
olamaz. Çünkü, bu gibi zail, mütebeddil şeyler, o müsta-
kar saltanata makar olamaz.
evet, o sultan şu küçük menzilde ve meydanda çok
şeyleri, içtimaları, iftirakları gösteriyor. Fakat, bizzat
maksat o şeyler değildir; ancak ahiretin meydan-ı ekbe-
rinde vukua gelecek hâllerin, emirlerin numunelerini
göstermektir. Çünkü, o mahşer-i azîmde yapılacak mu-
ameleler, bu küçücük numunelere göre cereyan edecek-
tir. demek bu menzilde gösterilen fânî, zail hâller, o
âlemde bâkî ve daimî semereler verecektir.
evet, o sultanın, şu fânî menzillerde ve korkunç mey-
danlarda gösterdiği hikmet, inayet, adalet, rahmet ve
şefkatin fevkinde bir derecenin tasavvuru imkân harici-
dir. elbette bu kadar yüksek ve geniş harika sanatlar,
daimî mekânları, sabit meskenleri ve zevalsiz sakinleri
isterler ki, o büyük hikmet ve adaletin hakikatlerine
mazhar olsunlar. Ve illâ, şu görünen hikmet, inayet ve
merhametin inkârı lâzım gelir. Ve aynı zamanda, bu ka-
dar hikmetinden ve inayetinden zuhur eden fiiller sahibi-
nin –hâşâ– zalim, gaddar, sefih olduğuna zehap edilir.
Bu ise, inkılâb-ı hakaikı istilzam eder.
Mesnevî-i nuriye | 67 |
l
âsiYYemalar
kabul ve tasdik etmeme.
inkılâb-ı hakaik:
hakikatlerin in-
kılâbı, hakikatlerin değişimi, dönü-
şümü.
istilzam:
gerektirme.
kâinat:
evren; yaratılmış olan şey-
lerin tamamı, bütün âlemler.
keza:
böylece, aynı şekilde.
maahaza:
bununla birlikte, böyle
olmakla beraber.
mahşer-i azîm:
büyük toplanma
yeri; kıyametten sonra insanların
diriltilip bir araya toplanacağı yer.
makar:
oturulan, karar kılınan yer,
karargâh.
maksat:
gaye.
mazhar:
nail olma, şereflenme.
medar:
sebep, vesile.
menzil:
yer, konak.
merhamet:
acımak, şefkat gös-
termek, korumak, esirgemek.
mesken:
oturulan, ikamet olunan
yer.
meydan-ı ekber:
en büyük mey-
dan, alan.
muamele:
işlem.
muvakkat:
geçici.
müstakar:
istikrarlı.
mütebeddil:
tebeddül eden, deği-
şen, başka hâle giren.
numune:
örnek.
rahmet:
şefkat, merhamet, bağış-
lama ve esirgeyicilik.
sabit:
durağan, değişmeyen.
sakin:
bir yerde oturan, bir yerin
ahalisinden olan.
saltanat:
sultanlık, padişahlık, hü-
kümdarlık.
saltanat-ı daime:
ebedî ve daimî
olan sultanlık.
sefih:
rezil, adî, aşağılık, bayağı.
semere:
meyve, güzel netice.
sultan:
padişah, hükümdar.
şefkat:
acıyarak ve esirgeyerek
sevme, içten ve karşılıksız merha-
met.
tasavvur:
bir şeyi zihinde düşün-
me, tasarlama.
vuku:
olma, gerçekleşme, meyda-
na gelme.
zail:
sone eren, yok olan.
zalim:
zulmeden, acımasız ve
haksız davranan.
zehap:
bir fikre veya zanna kapıl-
ma.
zeval:
sona erme, yok olma, öl-
me.
zuhur:
görünme, belli olma, orta-
ya çıkma.
adalet:
her hak sahibine hak-
kının tam ve eksiksiz verilme-
si, düzenli ve dengeli oluş.
ahiret:
dünya hayatından
sonra başlayıp ebediyen de-
vam edecek olan ikinci hayat.
azamet:
büyüklük.
bâkî:
ebedî, daimî, sürekli ve
kalıcı olan.
bizzat:
kendisi, şahsen.
bürhan:
delil, ispat, hüccet.
cereyan:
olma, meydana gel-
me.
cevelângâh:
dolaşılan yer, ge-
zinme yeri.
daimî:
sürekli, devamlı.
delil:
bir davayı ispata yara-
yan şey, bürhan.
ehemmiyetli:
önemli.
fânî:
ölümlü, geçici.
fevkinde:
üstünde.
fiil:
iş, hareket.
gaddar:
çok fazla zulüm ve
haksızlık eden.
hakikat:
gerçek, esas.
hâl:
durum, vaziyet.
hariç:
bir şeyin dışı, dışarısı,
dışta kalan.
harika:
olağanüstü.
hâşâ:
asla, kat’iyen, öyle değil,
Allah göstermesin.
hikmet:
İlâhî gaye, yüksek bil-
gi, fayda.
icat:
vücuda getirme, yoktan
var etme.
içtima:
toplanma, bir araya
gelme.
iftirak:
ayrılma, dağılma, peri-
şan olma.
illâ:
aksi hâlde, aksi takdirde,
yoksa.
imkân:
mümkün olma, olabi-
lirlik.
inayet:
yardım, ihsan, lütuf.
inkâr:
reddetme, inanmama,