• Ve keza, yardım isteyenlere yardım ve dua edenlere
cevap vermek hususunda, pek rahîmâne bir şefkat sahi-
bi olan bir sultan ki, edna bir mahlûkun edna bir isteğini
derhal yapar, verir; elbette bütün mahlûkatın en büyük
bir ihtiyacını kemal-i sühuletle yapar. Böyle umumî ve en
mühim bir ihtiyaç, ancak ahirettir.
• Ve keza, icraatından, faaliyetinden anlaşılan pek ha-
rika bir ihtişam içinde bir saltanatı varken, milletinin iç-
timaları için yalnız dar bir misafirhane yapılmış. daimî
olarak milleti istiap edemez, daima dolar boşalır. Ve bir
imtihan meydanı var; her vakit değişir, tebeddül eder.
Ve sultanın, bazı âsâr-ı sanatına ve ihsanatına bazı nu-
muneler göstermek için, meclisleri var; zaman zaman ta-
havvül eder. Bu vaziyet, bu dar menzil ve meydan ve
meşherden sonra daimî bir menzil, sabit saraylar, açık
hazineler bulunup; ve sakinleri sabit ve daimî kalacakla-
rına bilbedahe delâlet eder.
• Ve keza, dikkat sahibi bir sultan ki, milletinin bütün
a’mallerini, ef’allerini, hizmetlerini, hacetlerini tamamıy-
la yazar ve yazdırır ve mülkünde cereyan eden her bir
hâdise ve her bir vakıanın suretlerini, fotoğraflarını alıp
tesbit ve hıfzederse, elbette bu vaziyet, bir muhasebenin,
bir muhakemenin, bir mükâfat ve mücazatın vukua gele-
ceğine kat’î bir surette delâlet eder.
• Ve keza, mükâfat ve mücazat hakkında tekrar ile
pek çok vaatleri ve tehditleri olursa; ve o vaad ü vaîd edi-
len şeyler kudretine ağır gelmezse; ve o şeyler raiyeti için
ahiret:
dünya hayatından sonra
başlayıp ebediyen devam edecek
olan ikinci hayat.
asar-ı sanat:
Sanat eserleri.
azîm:
büyük.
baliğ:
ulaşmış, erişmiş.
bilbedahe:
açıktan, aşikâr olarak.
cemal:
güzellik, iç ve dış güzelliği.
daimî:
sürekli, devamlı.
delâlet:
delil olma, gösterme.
dua:
Allah’a yalvarma, niyaz.
edna:
en açağı, en basit, en kü-
çük.
ehemmiyetli:
önemli.
hadd-i tevatür:
yalan üzerine bir-
leşmeleri mümkün olmayan bir
cemaatin rivayet ettikleri hadisin
derecesi.
harika:
olağanüstü.
hilâf:
yalan.
hulfü’l-vaat:
sözünden dönme,
verdiği sözü yerine getirmeme.
icma:
fikir birliği etme, görüş birli-
ğine varma.
icraat:
işler.
içtima:
toplanma, bir araya gel-
me.
ihsanat:
ihsanlar, bağışlar, nimet-
ler.
ihtişam:
muhteşemlik, şanlı görü-
nüş, büyük gösteriş.
imtihan:
deneme, sınama.
istiap:
içine alma, içine sığdırma,
kapsama.
ittifak:
birleşme, fikir birliği etme.
izzet:
şeref, yücelik; kuvvet, kud-
ret, üstünlük.
kemal-i sühulet:
kolaylığın son
derecesi, tam bir kolaylık.
keza:
böylece, aynı şekilde.
kudret:
Allah’ın bütün varlığı çev-
releyen ezelî kuvveti.
mahlûk:
yaratık, Allah tarafından
yaratılmış olan.
mahlûkat:
yaratıklar, Allah tara-
fından yaratılanlar.
menzil:
yer, konak.
l
âsiYYemalar
| 66 | Mesnevî-i nuriye
meşher:
teşhir yeri, sergi, gös-
terme yeri.
muhbir:
haber veren, haberci.
muhteşem:
haşmetli, yüce.
muvakkat:
geçici.
mücazat:
bir suça karşı veri-
len ceza.
mühim:
önemli, ehemmiyetli.
mükâfat:
iyi bir iş veya hiz-
metten dolayı verilen şey,
ödül.
müştak:
arzulu, fazla istekli,
iştiyak gösteren.
numune:
örnek.
rahîmâne:
rahîm olarak, mer-
hamet ederek, merhametli
olarak.
raiyet:
birisinin idaresine bağlı
olanlar, halk.
razı:
rıza gösteren, kabul
eden.
sabit:
değişmeyen, hep aynı
kalan, önceden ayarlanmış.
sakin:
bir yerde oturan, bir
yerin ahalisinden olan.
saltanat:
sultanlık, padişahlık,
hükümdarlık.
sultan:
padişah, hükümdar.
şefkat:
acıyarak ve esirgeye-
rek sevme, içten ve karşılıksız
merhamet.
tahavvül:
değişme, dönüşme,
başkalaşma.
tebeddül:
başkalaşma, değiş-
me.
tehdit:
korkutma, gözdağı
verme.
umumî:
herkese ait, genel.
vaad ü vaîd:
iyiliklere mükâ-
fat vaadinde ve fenalıklara ise
ceza verileceği tehdidinde bu-
lunma.
vaat:
söz verme, aht.
vaziyet:
durum.
zail:
sone eren, yok olan.