ve esma-i Hüsnanın gayr-i mütenahi mahfî definelerini
fehmetmek için, gayr-i mahsur cihazat ve alât yaratmış-
tır. Meselâ, mesmuat, mubsırat, me’külât âlemlerini iha-
ta eden insandaki duygular, sâniin sıfât-ı mutlakasını ve
geniş şuunatını fehmetmek içindir.
Ve keza, hardaleden daha küçük kuvve-i hafızasında
öyle bir lâtife-i müdrike bırakılmıştır ki, o hardalenin ta-
zammun ettiği geniş âlemde o lâtife daimî seyir ve ceve-
lân etmekte ise de, sahiline vâsıl olamaz. Maahaza, ba-
zen bu büyük âlem, o lâtifeye o kadar darlaşır ki, âlem o
lâtifenin karnında bir zerre gibi olur. Ve o lâtifeyi bütün
seyahat meydanlarıyla, mütalâa ettiği kitaplarıyla o har-
dale dahi yutar, yerinde oturur, karnı da ağrımaz. İşte in-
sanın mütefavit mertebeleri bu sırdan anlaşılır.
evet, bazı insanlar zerrede boğulurlar, bazısında da
dünya boğulur. Bazılar da, kendilerine verilen anahtar-
lardan birisiyle kesretin en geniş bir âlemini açar, fakat
içinde boğulur, sahil-i vahdet ve tevhide zorla vâsıl olur.
demek, insanın seyr-i ruhanîsinde çok tabakalar vardır.
Bir tabakada insanlara huzur-i tevhid pek sühuletle nasip
ve müyesser olur. Bir tabakasına da, gaflet ve evham öy-
le istilâ eder ki, kesret içinde gark olmakla tam manasıy-
la tevhidi unutmuş olur. sukutu suud, tedenniyi terakki,
cehl-i mürekkebi yakin, uykunun son perdesini intibah
zan ve tevehhüm eden bir kısım medenîler, ikinci taba-
kadaki insanlardandır. onlar hakaik-ı imaniyeyi derk et-
mekte bedevîlerin bedevîleridir.
alât:
aletler, vasıtalar, aygıtlar.
âlem:
dünya, cihan; bütün yaratıl-
mışlar; varlık sınıflarından her biri.
bedevî:
çölde ve iptidaî tarzda ya-
şayan, medenî olmayan.
cehl-i mürekkep:
bilmemekle
beraber, bilmediğini de bilme-
mek, katmerli cahillik, kara cahil-
lik.
cevelân:
dolaşma, dolanma, ge-
zinme.
cihazat:
cihazlar, azalar.
daimî:
sürekli, devamlı.
define:
kıymet ve değeri yüksek
olan şey, hazine.
derk:
anlama, kavrama.
esma-i Hüsna:
Allah’ın adları, Al-
lah’ın doksan dokuz güzel ismi.
evham:
vehimler, zanlar, kuruntu-
lar.
fehmetmek:
anlamak, kavramak,
idrak etmek.
gaflet:
dikkatsizlik, endişesizlik,
Allah’tan uzaklaşıp nefsin arzula-
rına dalmak.
gark:
boğma, boğulma.
gayr-i mahsur:
sayısızca, sınırsız.
gayr-i mütenahi:
sonsuz, sonu ol-
mayan, nihayetsiz.
hakaik-ı imaniye:
imana ait haki-
katler, imanî gerçekler.
hardale:
yaprakları yenen ve dö-
vülerek macun hâlne getirilerek
sofrada iştah açmak için yenen bir
tür bitkinin çok küçük tohumu.
huzur-i tevhid:
birlik inancının ra-
hatlık ve ferahlığı.
ihata:
kuşatma, içine alma.
intibah:
uyanıklık.
istilâ:
kaplama, yayılma.
karın:
iç, içerisi.
kesret:
çokluk.
keza:
böylece, aynı şekilde.
kuvve-i hafıza:
hafıza gücü.
lâtife:
duygu, kabiliyet, yetenek.
lâtife-i müdrike:
idrak, anlama,
kavrama duygusu, kabiliyeti.
maahaza:
bununla birlikte, böyle
olmakla beraber.
mahfî:
gizli, saklı.
medenî:
inanç ve maneviyattan
uzaklaşmayı medeniyet olarak
kabul eden insanlar.
me’külât:
yiyecekler.
mertebe:
derece, basamak.
meselâ:
örneğin.
mesmuat:
işitilen, duyulan, haber
alınan şeyler.
mubsırat:
görünenler, görünen
âlem.
mütalâa:
bir şeyi etraflıca düşün-
o
nuncu
r
isale
| 332 | Mesnevî-i nuriye
me, tetkik etme.
mütefavit:
birbirinden farklı,
çeşitli olan.
müyesser:
kolaylaştırılmış.
sahil-i vahdet ve tevhid:
bir-
lik ve yaratıcının bir oluş sahi-
li.
sâni:
her şeyi sanatlı olarak
yaratan Allah.
seyir:
gitme, ilerleyiş; bakıp
seyretme.
seyr-i ruhanî:
ruhanî ve ma-
nevî âlemlerdeki seyir.
sıfât-ı mutlaka:
mutlak sıfat-
lar, kayıt altına alınamayan
vasıflar.
sır:
gizli hakikat.
sühulet:
kolaylık.
sükût:
değerden düşme, de-
ğerini yitirme; susma.
suud:
yukarı çıkma, yüksel-
me.
şuunat:
şuunlar, keyfiyetler,
hâller; işler.
tabaka:
derece, kat.
tazammun:
ihtiva etme, içine
alma, içinde bulundurma.
tedenni:
aşağı düşme, daha
kötü bir dereceye düşme, al-
çalma, gerileme.
terakki:
yükselme, ilerleme.
tevehhüm:
vehimlenme, yok
olanı var zannetmekle ümit-
sizliğe ve korkuya düşme.
tevhid:
Allah’ın bir olduğuna
inanma, birleme.
vâsıl:
ulaşan, erişen, kavuşan.
yakin:
kesin bilme, şüpheden
sıyrılarak son derece doğru ve
kuvvetli bilme.
zan:
sanma, kesin olarak bil-
meksizin kuvvetli ihtimalle
hükmetme.
zerre:
pek ufak parça, en kü-
çük parça.