Hem, der:
(1)
É k
LG n
ô p
°S ¢ n
ù r
ª s
°ûdG n
? n
© n
L n
h
Şu “siraç” tabiriyle
âlemi bir kasır suretinde, içinde olan eşya ise insana ve
zîhayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve mat’umat ve leva-
zımat olduğunu ve güneş dahi musahhar bir mumdar ol-
duğunu ihtar ile, rahmet ve ihsan-ı Hâlık’ı ifhâm eder.
Şimdi bak, şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak,
diyor ki: “güneş bir kütle-i azîme-i mayia-i nâriyedir. on-
dan fırlamış olan seyyaratı etrafında döndürüp, cesameti
bu kadar, mahiyeti böyledir, şöyledir…” Muhiş bir deh-
şetten, müthiş bir hayretten başka ruha bir kemal-i ilmi
vermiyor. Bahs-i kur’ân gibi etmiyor. Buna kıyasen, bâ-
tınen kof, zahiren mutantan felsefî meselelerin ne kıymet-
te olduğunu anlarsın. onun şaşaa-i sûriyesine aldanıp,
kur’ân’ın gayet mu’ciznüma beyanına karşı hürmetsizlik
etme.
İhtar:
Arabî Risale-i Nur’da On Dördüncü Reşhanın Altı Katresi var.
Bahusus Dördüncü Katrenin Altı Nüktesi var. Kur’ân-ı Hakîm’in
kırk kadar enva-ı i’cazından on beşini beyan eder. Ona iktifa-
en burada ihtisar ettik. İstersen ona müracaat et; bir hazine-i
mu’cizat bulursun.
n
ó r
©n
Hn
h Én
æ p
JÉn
«n
M
p‘
Én
æn
d É k
°ù p
fƒ o
en
h , m
ABG n
O u
?o
c Én
æn
d k
A B
Én
Ø° p
T n
¿
n
G r
ôo
?r
dG p
?n
© r
LG s
ºo
¡
s
?dn
G
,É k
©«
p
Øn
°T p
án
eÉn
«p
?r
dG p
‘n
h ,É k
°ùp
fƒo
e p
ô r
Ñn
?r
dG p
‘n
h ,É k
æj
p
ôn
b Én
«r
f t
ódG p
‘n
h ,Én
æ p
JÉ n
` n
‡
,Ék
?«
p
an
Q p
ás
æn
ér
dGp
‘
n
h ,É k
HÉn
ép
Mn
h G k
ô r
à°p
S p
QÉ s
ædG n
ø p
en
h ,G k
Qƒo
f p
•G n
öu
üdG n
¤n
Yn
h
n
? p
e n
ôn
c
n
h n
? p
Oƒ o
Ln
h n
? p
?°r
†n
Ø p
H ,É k
eÉn
e p
G n
h k
Ó«
p
d n
O Én
¡ u
?o
c p
äGn
ô r
«n
îr
dG n
‹ p
G n
h
Mektubat | 349 |
o
n
d
okuzuncu
m
ekTup
kandil:
lâmba, bir tür aydınlatma
aleti.
kasır:
saray.
katre:
damla.
kemal-i ilmî:
ilmî olgunluk, mü-
kemmellik.
kıyasen:
göre, kıyasla, oranla.
kıymet:
değer.
kof:
içi boş.
kur’ân-ı Hakîm:
her ayet ve su-
resinde sayısız hikmet ve fayda-
lar bulunan Kur’ân.
kütle-i azîme-i mayia-i nâriye:
sıvı hâldeki büyük ateş kütlesi.
levazımat:
ihtiyaç maddeleri, lâ-
zım olan şeyler.
mahiyet:
iç yüz, nitelik, özellik.
mat’umat:
taamlar, yenecek şey-
ler.
mesele:
konu, düşünülüp halledi-
lecek iş.
mu’ciznüma:
mu’cizeli, mu’cize
gösteren.
muhiş:
korku ve dehşet veren,
ürküten.
mumdar:
aydınlatan, ışık veren.
musahhar:
boyun eğen, emre ve-
rilmiş.
mutantan:
tantanalı, debdebeli,
gösterişli, süslü.
müracaat:
başvurma, herhangi bir
eserden yararlanma.
müthiş:
dehşet veren, ürküten,
korkutan.
müzeyyenat:
süslenmiş, süslü şey-
ler.
nükte:
herkesin anlayamadığı, an-
cak dikkat edildiğinde anlaşılan
ince söz ve mana.
rahmet:
Allah’ın kullarını esirge-
mesi, onlara acıyıp bağışlaması,
onlara maddî ve manevî nimetler
vermesi, onların günahlarını sil-
mesi.
reşha:
sızıntı.
sersem:
aklı ve zihni karışmış olan.
seyyarat:
gezegenler.
siraç:
kandil, lâmba.
suret:
şekil, biçim, görünüş.
şaşaa-i sûriye:
görünüşteki par-
laklık, gösterişlilik.
tabir:
ifade, söz, deyim.
zahiren:
görünüşte.
zîhayat:
hayat sahibi, canlı.
âlem:
kâinat, dünya, cihan.
arabî:
Arapça.
bahs-i kur’ân:
Kur’ân’ın bah-
si, sözü.
bahusus:
özellikle.
bâtınen:
iç yüzünde.
beyan:
anlatma, açıklama, izah.
cesamet:
büyüklük, irilik.
dehşet:
büyük korku hâli, ürk-
me.
enva-ı i’caz:
mu’cizeliğinin, üs-
tün vasıf ve güzelliğinin çeşit-
leri.
felsefe:
madde ve hayatı baş-
langıç ve gaye bakımından in-
celeyen ilim. Felsefe dine da-
yandığında hakikati bulmuş,
sırt çevirdiğinde de çelişkiler
içerisinde kalmıştır.
felsefî:
felsefe ile ilgili.
hazine-i mu’cizat:
mu’cizele-
rin bulunduğu hazine.
hürmet:
saygı.
ifhâm etmek:
anlatmak, bil-
dirmek.
ihsan-ı Hâlık:
Yaratıcının ih-
sanı; Cenab-ı Hakkın mahlû-
katına vermiş olduğu bütün
nimetler, ikramlar, hediyeler.
ihtar:
hatırlatma, dikkatini çek-
me.
ihtisar etmek:
kısaltmak, özet-
lemek.
ihzar etmek:
hazır etmek, ha-
zırlamak.
iktifaen:
yeterli görerek.
1.
Güneşi de bir kandil olarak asmıştır. (Nuh Suresi: 16.)