dayandığı kuru direğin müfarakat-ı Ahmediyeden (
AsM
) ağ-
laması, umum cemaatin işitmesi gibi mütevatirdir.
(1)
Ya-
ni, öyle tabakadan tabakaya bir cemaat-i kesire naklet-
miştir ki, kizbe ittifakları muhaldir. Hâle gibi meşhur bir
kuyruklu yıldızın bin sene evvel çıkması gibi mütevatirdir.
görmediğimiz serendip Adasının vücudu gibi, tevatürle
vücudu kat’îdir” demişler. İşte böyle gayet kat’î ve şuhu-
dî mesailde teşkikat-ı vehmiye yapmak, akılsızlıktır. Yal-
nız muhal olmamak kâfidir. Hâlbuki, şakk-ı kamer, bir
volkanla inşikak eden bir dağ gibi mümkündür.
ÜÇÜNCÜ NOkta
Mu’cize, dava-i nübüvvetin ispatı için, münkirleri ikna
etmek içindir, icbar etmek için değildir. öyle ise, dava-i
nübüvveti işitenler için, ikna edecek bir derecede mu’ci-
ze göstermek lâzımdır. sair taraflara göstermek veyahut
icbar derecesinde bir bedahetle izhar etmek, Hakîm-i zül-
celâl’in hikmetine münafi olduğu gibi, sırr-ı teklife dahi
muhaliftir. Çünkü, akla kapı açmak, ihtiyarı elinden al-
mamak, sırr-ı teklif iktiza ediyor. eğer Fâtır-ı Hakîm, in-
şikak-ı kameri, feylesofların hevesatına göre bütün âleme
göstermek için bir iki saat öyle bıraksa idi ve beşerin
umum tarihlerine geçse idi, o vakit sair hâdisat-ı semavi-
ye gibi, ya dava-i nübüvvete delil olmazdı ve risalet-i Ah-
mediyeye (
AsM
) hususiyeti kalmazdı; veyahut bedahet de-
recesinde öyle bir mu’cize olacaktı ki, aklı icbar edecek,
aklın ihtiyarını elinden alacak, ister istemez nübüvveti
tasdik edecek; ebu Cehil gibi kömür ruhlu, ebu Bekri’s-
sıddık gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalıp,
Mektubat | 353 |
o
n
d
okuzuncu
m
ekTup
inanmasını sağlamak.
iktiza etmek:
gerektirmek.
inşikak etmek:
yarılmak, ikiye
ayrılmak.
inşikak-ı kamer:
ayın yarılıp iki-
ye ayrılması; Hz. Muhammed’in
Cenab-ı Hakkın izniyle, bir par-
mak işaretiyle ayı ikiye bölmesi
suretiyle gösterdiği büyük mu’ci-
ze.
ittifak:
birleşme, söz birliği.
izhar etmek:
göstermek.
kâfi:
yeterli, yeter.
kizb:
yalan.
mesail:
meseleler.
meşhur:
herkesin bildiği, şöhretli.
mu’cize:
Peygamberler tarafından
ortaya konulan ve insanların ben-
zerini yapmaktan âciz kaldığı şey.
muhal:
imkânsız.
muhalif:
zıt, aykırı.
müfarakat-ı ahmediye:
Peygam-
berimiz Hz. Muhammed’den ay-
rılma.
münafi:
zıt, ters, aykırı.
münkir:
inkâr eden, inkârcı, din-
siz.
mütevatir:
yalan söylemekte bir-
leşmelerini aklın kabul etmeye-
ceği bir topluluğun verdiği haber,
böyle bir topluluğun senedin ba-
şından sonuna kadar yine kendi-
leri gibi bir topluluktan rivayet et-
tikleri sahih hadis.
nakletmek:
aktarmak, anlatmak.
nübüvvet:
nebîlik, peygamberlik.
risalet-i ahmediye:
Hz. Muham-
med’in peygamberliği.
sair:
diğer, başka, öteki.
sırr-ı teklif:
teklif sırrı, insanların
dünyaya gelip Allah tarafından
kullukla vazifelendirilmelerinin sır-
rı.
şakk-ı kamer:
Ayın ikiye bölün-
mesi; Hz. Muhammed’in Cenab-ı
Hakkın izniyle, bir parmak işare-
tiyle ayı ikiye bölmesi suretiyle
gösterdiği büyük mu’cize.
şuhudî:
görünebilir olana ait ve
onunla ilgili.
tabaka:
topluluk, sınıf, nesil, ku-
şak.
tasdik etmek:
doğruluğunu ka-
bul etmek.
teşkikat-ı vehmiye:
vehmî ve asıl-
sız olan şek ve şüpheler.
tevatür:
bir hadis-i şerifin, yalan
söylemelerini aklın kabulleneme-
yeceği kadar sayı ve sağlamlıkta-
ki bir topluluk tarafından aktarıl-
ması, rivayet edilmesi.
umum:
bütün, tüm.
volkan:
yanardağ.
âlem:
dünya; insanlar.
bedahet:
açıklık.
beşer:
insanlık.
cemaat:
topluluk, bir yere top-
lanmış insanlar.
cemaat-i kesîre:
büyük ve ka-
labalık cemaat, topluluk.
dava-i nübüvvet:
peygam-
berlik dava etmek, peygam-
ber olduğunu ilân etmek.
Fâtır-ı Hakîm:
her şeyi bir
maksada uygun, yerli yerinde
ve benzersiz şekilde yaratan
Allah.
feylesof:
felsefe ile uğraşan,
filozof.
hâdisat-ı semaviye:
gökyü-
zünde meydana gelen olay-
lar.
Hakîm-i Zülcelâl:
sonsuz bü-
yüklük sahibi olan ve her şeyi
belirli gayelere yönelik, yerli
yerinde, faydalı, anlamlı yara-
tan Allah.
hevesat:
hevesler, istekler, ar-
zular.
hikmet:
belirli gayelere yöne-
lik, yerli yerinde, faydalı ve
anlamlı oluş.
hususiyet:
hususîlik, ayırıcı
özellik.
icbar etmek:
zorlamak.
icbar:
zorlama.
ihtiyar:
seçme, tercih, irade.
ikna etmek:
bir kanaati, fikri,
düşünceyi kabul ettirmek;
1.
İbni Teymiye, Cevabü's-Sahih, 1:414, 2:44; Taftazanî, Şerhü'l-Makasıt, 5: 17.