Cevabenderizki
: Felsefe, hakikatin yolunu şaşırmış
onun için… Hem, geçmiş derslerden ve sözlerden el-
bette anlamışsın ki, kur’ân-ı Hakîm şu kâinattan bahse-
diyor, tâ zat ve sıfât ve esma-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani bu
kitab-ı kâinatın maanisini anlattırıp, tâ Hâlık’ını tanıttır-
sın. demek, mevcudata kendileri için değil, belki Mucit-
leri için bakıyor. Hem, umuma hitap ediyor. İlm-i hikmet
ise, mevcudata mevcudat için bakıyor. Hem, hususan
ehl-i fenne hitap ediyor. öyle ise, madem ki kur’ân-ı
Hakîm mevcudatı delil yapıyor, bürhan yapıyor; delil za-
hiri olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir.
Hem madem ki kur’ân-ı Mürşit bütün tabakat-ı beşere
hitap eder; kesretli tabaka ise, tabaka-i avamdır. elbette
irşat ister ki, lüzumsuz şeyleri ipham ile icmal etsin; ve
dakik şeyleri temsil ile takrip etsin; ve mağlâtalara düşür-
memek için, zahiri nazarlarında bedihî olan şeyleri lü-
zumsuz, belki zararlı bir surette tağyir etmemektir.
Meselâ, güneşe der, “döner bir siraçtır, bir lâmbadır.”
zira, güneşten, güneş için, mahiyeti için bahsetmiyor.
Belki bir nevi intizamın zembereği ve nizamın merkezi ol-
duğundan, intizam ve nizam ise sâniin âyine-i marifeti ol-
duğundan bahsediyor.
evet, der:
(1)
i
p
ô r
én J
¢ o
ù r
ª s
°ûdG n
h
“
Güneşdöner
.” Bu “döner”
tabiriyle, kış-yaz, gece-gündüzün deveranındaki munta-
zam tasarrufat-ı kudreti ihtar ile azamet-i sânii ifhâm
eder. İşte, bu “dönmek” hakikati ne olursa olsun, mak-
sut olan ve hem mensuç, hem meşhut olan intizama te-
sir etmez.
âyine-i marifet:
marifet aynası;
Allah’ı tanıma ve bilme vasıtası.
azamet-i Sâni:
her şeyi sanatlı
olarak yaratan Allah’ın büyüklü-
ğü.
bahsetmek:
bir konu hakkında
söz söylemek.
bedihî:
açık.
bürhan:
delil.
dakik:
ince.
deveran:
dönüp dolaşma, dön-
me.
ehl-i fen:
fen ilimleri ile uğraşan-
lar.
esma-i İlâhiye:
Allah’ın isimleri.
felsefe:
madde ve hayatı başlan-
gıç ve gaye bakımından incele-
yen ilim. Felsefe dine dayandığın-
da hakikati bulmuş, sırt çevirdi-
ğinde de çelişkiler içerisinde kal-
mıştır.
hakikat:
gerçek, doğru, bir şeyin
aslı ve esası.
Hâlık:
yoktan yaratan, her şeyi
yoktan var eden, yaratıcı; Allah.
hitap etmek:
söz söylemek, ko-
nuşmak.
hususan:
bilhassa, özellikle.
icmal etmek:
kısaltmak, özetle-
mek, ayrıntılarına girmemek.
ifham etmek:
anlatmak, bildir-
mek.
ihtar:
hatırlatma, dikkatini çek-
me.
ilm-i hikmet:
hikmet ilmi, felsefe.
intizam:
düzen, düzenlilik.
ipham:
kapalı bırakma.
irşat:
doğru yolu gösterme.
kâinat:
yaratılmış olan şeylerin
tamamı, bütün âlemler, varlıklar.
kesretli:
çok, kalabalık.
kitab-ı kâinat:
kâinat kitabı.
kur’ân-ı Hakîm:
her ayet ve su-
resinde sayısız hikmet ve fayda-
lar bulunan Kur’ân.
kur’ân-ı Mürşit:
hak ve doğru yo-
lu gösteren Kur’ân.
maani:
manalar, anlamlar.
mağlâta:
zihni karıştıracak boş,
saçma ve manasız söz.
mahiyet:
iç yüz, nitelik, özellik.
maksut:
maksat; kastedilen, iste-
nilen.
mensuç:
dokunmuş, örülmüş.
meselâ:
örnek olarak.
meşhut:
görünen.
mevcudat:
var olan her şey, var-
lıklar.
Mucid:
icat eden, yaratan, yoktan
var eden Allah.
muntazam:
düzenli, tertipli.
nazar:
bakış.
nazar-ı umum:
umumun ba-
kışı, genelin anlayışı.
nev:
tür, çeşit.
nizam:
düzen, düzgünlük.
Sâni:
her şeyi sanatlı olarak
yaratan Allah.
sıfât:
sıfatlar, vasıflar, hâller,
nitelikler.
siraç:
kandil, lâmba.
suret:
biçim, şekil, tarz.
tabaka-i avam:
halk tabaka-
sı.
tabakat-ı beşer:
beşer taba-
kaları; sosyal tabakalar, sınıf-
lar.
tabir:
ifade, söz.
tağyir etmek:
bozmak, değiş-
tirmek.
takrip etmek:
yaklaştırmak,
yanaştırmak.
tasarrufat-ı kudret:
Cenab-ı
Allah’ın kudretinin işleri, icra-
atları.
temsil:
benzetme, misal ge-
tirme, örnekleme.
tesir:
etki.
umum:
genel, bütün, herkes.
zahirî:
görünen, görünürdeki,
görünüşteki.
Zat:
sonsuz büyüklük ve yü-
celik sahibi olan Allah’ın zatı.
zemberek:
hareketi sağlayan
güç kaynağı.
zira:
çünkü.
o
n
d
okuzuncu
m
ekTup
| 348 | Mektubat
1.
Yâsin Suresi: 38.