Hem, “Bizi nimetleriyle perverde eden şu semavat ve
arzın İlâhı, bizden ne istiyor, marziyatı nedir”; pek sağ-
lam olarak bize ders veriyor.
Hem, bunlar gibi daha pek çok merakaver, lüzumlu ha-
kaikı ders veren bu zata karşı her şeyi bırakıp ona koş-
mak, onu dinlemek lâzım gelirken, ekser insanlara ne ol-
muş ki, sağır olup kör olmuşlar, belki divane olmuşlar ki
bu hakkı görmüyorlar, bu hakikati işitmiyorlar, anlamı-
yorlar?
ON İkİNCİ ReŞHa:
İşte, şu zat, şu mevcudat Hâlıkının
vahdaniyetine hakkaniyeti derecesinde hak bir bürhan-ı
natık, bir delil-i sadık olduğu gibi, haşrin ve saadet-i ebe-
diyenin dahi bir bürhan-ı kàtıı, bir delil-i satııdır. Belki, na-
sıl ki o zat, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husu-
lü ve vesile-i vusulüdür; öyle de, duasıyla, niyazıyla o sa-
adetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır. Haşir mesele-
sinde geçen şu sırrı, makam münasebetiyle tekrar ederiz:
İşte, bak: o zat öyle bir salât-ı kübrada dua ediyor ki,
güya şu cezire, belki arz, onun azametli namazıyla namaz
kılar, niyaz eder.
Bak, hem öyle bir cemaat-i uzmada niyaz ediyor ki, gü-
ya benîâdemin zaman-ı Âdem’den asrımıza, kıyamete ka-
dar bütün nuranî, kâmil insanlar, ona ittiba ile iktida edip
duasına âmin diyorlar.
Hem bak, öyle bir hacet-i amme için dua ediyor ki, de-
ğil ehl-i arz, belki ehl-i semavat, belki bütün mevcudat,
Mektubat | 341 |
o
n
d
okuzuncu
m
ekTup
sından gitme.
kâmil:
kemale ermiş, olgun, mü-
kemmel.
kıyamet:
dünyanın sonu, bütün
ölülerin dirilerek mahşerde top-
lanması, varlığın bozulup dağılma-
sı, kâinatın ölümü.
lüzumlu:
gerekli.
makam:
yer, mevki.
marziyat:
Allah’ın rızasını kazan-
dıracak hâl ve hareketler.
merakaver:
merak verici, düşün-
dürücü.
mesele:
ehemmiyetli, önemli iş.
mevcudat:
var olan her şey, var-
lıklar.
münasebet:
ilgi, alâka.
nimet:
Allah’ın bağışladığı maddî
ve manevî lütuf ve ikramlar.
niyaz:
yalvarma, yakarma, dua.
nuranî:
nurlu, parlak.
perverde eden:
besleyen, koru-
yan.
reşha:
sızıntı.
saadet:
mutluluk.
saadet-i ebediye:
sonsuz mutlu-
luk.
salât-ı kübra:
en büyük namaz.
sebeb-i husul:
meydana gelme
sebebi.
sebeb-i vücut:
varlık sebebi.
semavat:
semalar, gökler.
sır:
insanın aklının erişemediği İlâ-
hî hikmet.
vahdaniyet:
Allah’ın birliği ve var-
lığı.
vesile-i icat:
var ediliş vesilesi, se-
bebi.
vesile-i vusul:
kavuşma vesilesi,
sebebi.
zaman-ı Âdem:
Hz. Âdem zama-
nı, insanlığın ilk devresi.
zat:
kişi, şahıs.
âmin:
“Yâ Rabbi! Öyle olsun,
kabul eyle!”
arz:
yer, dünya.
asır:
yüzyıl.
azametli:
büyük.
benîâdem:
âdemoğulları, in-
sanlar.
bürhan-ı natık:
konuşan de-
lil.
bürhan-ı kàtı:
sağlam delil.
cemaat-i uzma:
çok büyük
cemaat.
cezire:
ada, yarımada.
delil-i sadık:
doğruyu göste-
ren delil, doğru delil.
delil-i sâtı:
parlak delil.
divane:
deli, aklı başında ol-
mayan.
dua:
Allah’a yalvarma, niyaz.
ehl-i arz:
dünyadakiler, yer-
dekiler.
ehl-i semavat:
semavat ehli,
melekler.
ekser:
pek çok.
güya:
sanki.
hacet-i amme:
herkesin ihti-
yacı olan şey.
hak:
doğru, gerçek.
hakaik:
hakikatler, doğrular.
hakikat:
gerçek, doğru.
hakkaniyet:
doğruluk.
Hâlık:
her şeyi yoktan var
eden, yaratıcı; Allah.
haşir:
kıyametten sonra bü-
tün insanların bir yere toplan-
maları, Allah’ın, ölüleri diriltip
mahşere çıkarması, kıyamet.
hidayet:
doğru ve hak yolda
olma.
iktida etmek:
birini örnek ala-
rak ona benzemeye çalışmak,
uymak.
İlâh:
tanrı, ma’bud, kendine
ibadet edilen.
ittiba:
tâbi olma, uyma, arka-