Mektubat - page 336

ÜÇÜNCÜ ReŞHa:
eğer istersen, gel, Asr-ı saadete,
Ceziretülarap’a gideriz. Hayalen olsun onu vazife başın-
da görüp ziyaret ederiz.
İşte, bak: Hüsnüsîret ve cemal-i suret ile mümtaz bir
zatı görüyoruz ki, elinde mu’ciznüma bir kitap, lisanında
hakaikaşina bir hitap, bütün benîâdeme, belki cin ve in-
se ve meleğe, belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i eze-
liyeyi tebliğ ediyor. sırr-ı hilkat-i âlem olan muamma-i
acibânesini hall ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı
muğlâkını fetih ve keşfederek, bütün mevcudattan soru-
lan, bütün ukulü hayret içinde meşgul eden üç müşkül ve
müthiş sual-i azîm olan “necisin? nereden geliyorsun?
nereye gidiyorsun?” suallerine mukni, makbul cevap ve-
rir.
DÖRDÜNCÜ ReŞHa:
Bak, öyle bir ziya-i hakikat neş-
reder ki, eğer onun o nuranî daire-i hakikat-i irşadından
hariç bir surette kâinata baksan, elbette kâinatın şeklini
bir matemhane-i umumî hükmünde ve mevcudatı birbiri-
ne ecnebi, belki düşman ve camidatı dehşetli cenazeler
ve bütün zevilhayatı zeval ve firakın sillesiyle ağlayan ye-
timler hükmünde görürsün.
Şimdi bak, onun neşrettiği nur ile, o matemhane-i
umumî, şevkucezbe içinde bir zikirhaneye inkılâp etti. o
ecnebi, düşman mevcudat, birer dost ve kardeş şekline
girdi. o camidat-ı meyyite-i samite, birer munis memur,
birer musahhar hizmetkâr vaziyetini aldı. Ve o ağlayıcı ve
şekva edici, kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zakir ve-
ya vazife paydosundan şakir suretine girdi.
asr-ı Saadet:
mutluluk çağı, Pey-
gamber Efendimizin peygamber
olarak dünyada bulunduğu devir.
benîâdem:
âdemoğulları, insan-
lar.
camidat:
cansızlar.
camidat-ı meyyite-i samite:
sus-
kun, ölü ve cansız varlıklar.
cemal-i suret:
yüzdeki güzellik,
görünüş güzelliği.
cenaze:
ölü.
Ceziretülarap:
Arap yarımadası.
daire-i hakikat-i irşat:
doğru yo-
lu gösteren hakikat dairesi.
dehşetli:
korkutucu, ürkütücü.
ecnebi:
yabancı.
fetih:
açma.
firak:
ayrılık, ayrılma.
hakaikaşina:
gerçekleri bilen, ha-
kikatleri tanıyan.
hall:
çözme, şüphe edilmeyecek
şekilde açıklama.
hariç:
bir şeyin dışı, dışarısı.
hayalen:
hayalî bir şekilde, zihin-
de tasarlayıp canlandırarak.
hitap:
bir gruba veya bir toplulu-
ğa karşı konuşma, söz söyleme.
hizmetkâr:
hizmetçi.
hutbe-i ezeliye:
ezelî hutbe.
hükmünde:
değerinde, yerinde.
hüsnüsîret:
ahlâk güzelliği, iç gü-
zellik.
inkılâp etmek:
değişmek, dönüş-
mek.
ins:
insan.
kâinat:
yaratılmış olan şeylerin
tamamı, bütün âlemler, varlıklar.
keşfetmek:
açmak; bir sırrı öğ-
renmek, meydana çıkarmak.
lisan:
dil.
matemhane-i umumî:
herkesin
yas tuttuğu yer.
mevcudat:
var olan her şey, var-
lıklar.
mu’ciznüma:
mu’cizeli, mu’cize
gösteren.
muamma-i acibâne:
hayret veri-
ci, şaşırtıcı, anlaşılmaz ve bilinmez
iş.
mukni:
ikna eden, inandıran, ye-
terli derecede izah ve ispat eden.
munis:
alışılmış, cana yakın, se-
vimli.
musahhar:
boyun eğen.
mümtaz:
seçkin, üstün.
o
n
d
okuzuncu
m
ekTup
| 336 | Mektubat
müşkül:
zor, kolay anlaşıla-
mayan.
necisin:
kimsin.
neşretmek:
dağıtmak, yay-
mak.
nur:
aydınlık, parıltı, ışık.
nuranî:
nurlu, parlak.
paydos:
ara verme, istirahat;
işi bıraktırmak, tatil ettirmek
için söylenir.
reşha:
sızıntı.
sırr-ı kâinat:
kâinatın sırrı.
sırr-ı hilkat-i âlem:
âlemin ya-
ratılış sırrı.
sille:
tokat, darbe.
sual:
soru.
sual-i azîm:
büyük soru.
suret:
biçim, şekil, tarz.
şakir:
şükreden.
şekva:
şikâyet, yakınma.
şerh etmek:
açıklamak, izah
etmek.
şevkucezbe:
şevk ve cezbe;
şiddetli arzu, istek ve kendin-
den geçme.
tebliğ etmek:
bildirmek, ulaş-
tırmak.
tesbih:
Allah’ı bütün kusur ve
noksan sıfatlardan uzak tut-
ma, Cenab-ı Hakkı şanına lâ-
yık ifadelerle anma.
tılsım-ı muğlâk:
anlaşılması
zor, kapalı, gizli sır.
ukul:
akıllar.
vazife:
görev.
vaziyet:
durum, hâl.
yetim:
babasız, koruyucusuz.
zakir:
zikreden.
zat:
kişi, şahıs.
zeval:
sona erme, yok olma.
zevilhayat:
hayat sahipleri,
canlılar.
zikirhane:
Allah’ın zikredildiği
yer.
ziya-i hakikat:
hakikat ışığı.
1...,326,327,328,329,330,331,332,333,334,335 337,338,339,340,341,342,343,344,345,346,...1086
Powered by FlippingBook