Mektubat - page 339

nispeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba ya-
pabilirler mi?
DOkuZuNCu ReŞHa:
Hem bilirsin, küçük bir adam,
küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir me-
selede, münazaralı bir davada, hicapsız, pervasız, küçük
fakat hacaletaver bir yalanı, düşmanları yanında, hilesini
hissettirmeyecek derecede teessür ve telâş göstermeden
söyleyemez.
Şimdi bak bu zata: pek büyük bir vazifede, pek büyük
bir vazifedar; pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emni-
yete muhtaç bir hâlde, pek büyük bir cemaatte, pek bü-
yük husumet karşısında, pek büyük meselelerde, pek bü-
yük davada, pek büyük bir serbestiyetle, bilâperva, bilâ-
tereddüt, bilâhicap, telâşsız, samimî bir saffetle, büyük
bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak
şedit, ulvî bir surette söylediği sözlerinde hiç hilâf bulu-
nabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür? kellâ!
(1)
?'
Mƒ o
j l
»r
Mn
h s
’p
G n
ƒ o
g r
¿ p
G
evet, hak aldatmaz, hakikatbin aldanmaz. Hak olan
mesleği hileden müstağnidir; hakikatbinin gözüne haya-
lin ne haddi var ki hakikat görünsün, aldatsın?
ONuNCu ReŞHa:
İşte, bak: ne kadar merakaver, ne
kadar cazibedar, ne kadar lüzumlu, ne kadar dehşetli ha-
kaikı gösterir ve mesaili ispat eder. Bilirsin ki, en ziyade
insanı tahrik eden meraktır. Hatta, eğer sana denilse,
“Yarı ömrünü, yarı malını versen, kamerden ve Müşteri-
den biri gelir, kamerde ve Müşteride ne var, ne yok, ah-
valini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin
Mektubat | 339 |
o
n
d
okuzuncu
m
ekTup
mesele:
ehemmiyetli, önemli iş.
meslek:
tutulan yol.
muhtaç:
ihtiyacı olan.
münazaralı:
tartışmalı.
müstağni:
ihtiyaç duymayan.
müşteri:
Jüpiter.
nispeten:
oranla, göre.
pervasız:
korkmadan, çekinme-
den.
reşha:
sızıntı.
saffet:
saflık, temizlik; hileden uzak
olma hâli.
samimî:
içten, açık yüreklilikle.
serbestiyet:
rahat ve serbest ol-
ma hâli.
suret:
biçim, şekil, tarz.
şedit:
şiddetli.
tahrik etmek:
harekete geçirmek.
teessür:
bir şeyin etkisini duyma,
etkilenme.
telâş:
endişe, kaygı.
ulvî:
yüksek, yüce.
vahiy:
bir fikrin, bir hakikatin ve-
ya bir emrin Allah tarafından pey-
gamberlere bildirilmesi.
vazife:
görev.
vazifedar:
görevli.
zat:
kişi, şahıs, fert.
ziyade:
çok, fazla.
ahval:
hâller, durumlar.
bilâhicap:
hicapsız, perdesiz,
açıktan, sakınmadan.
bilâperva:
korkusuzca, çekin-
meden.
bilâtereddüt:
tereddüt etme-
den.
cazibedar:
çekici.
cemaat:
topluluk.
ciddiyet:
ciddîlik.
dava:
takip edilen fikir, iddia.
emniyet:
güvenlik.
hacaletaver:
utandırıcı, utan-
dıran.
hakaik:
hakikatler, doğrular,
gerçekler.
hakikat:
gerçek, doğru.
hakikatbin:
hakikati gören.
hak:
doğru, gerçek, hakikat.
hasım:
düşman.
haysiyet:
şeref, onur, itibar.
hicapsız:
utanmadan,
sıkılmadan.
hilâf:
terslik, aykırılık; yalan.
hile:
sahtekârlık, desise.
husumet:
düşmanlık.
ispat:
doğruyu delil göstere-
rek meydana koyma.
kamer:
ay.
kellâ:
hiç bir zaman, asla, ke-
sinlikle.
lüzumlu:
gerekli.
merakaver:
merak verici, dü-
şündürücü.
mesail:
meseleler; ehemmi-
yetli, önemli işler.
1.
O ancak kendisine vahyolunanı söyler. (Necm Suresi: 4.)
1...,329,330,331,332,333,334,335,336,337,338 340,341,342,343,344,345,346,347,348,349,...1086
Powered by FlippingBook