niyazına, “evet, yâ rabbena, ver, biz dahi istiyoruz” de-
yip iştirak ediyorlar.
Hem öyle fakirâne, öyle hazinâne, öyle mahbubâne,
öyle müştakane, öyle tazarrukârâne niyaz ediyor ki, bü-
tün kâinatı ağlattırıyor, duasına iştirak ettiriyor.
Bak, hem öyle bir maksat, öyle bir gaye için dua edi-
yor ki, insanı ve âlemi, belki bütün mahlûkatı esfel-i safi-
lînden, sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan âlâyıilliy-
yine, yani kıymete, bekaya, ulvî vazifeye çıkarıyor.
Bak, hem öyle yüksek bir fizar-ı istimdatkârâne ve öy-
le tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâne ile istiyor, yalvarıyor ki,
güya bütün mevcudata ve semavata ve Arşa işittirip, vec-
de getirip, duasına “Âmin, Allahümme âmin” dedirtiyor.
Bak, hem öyle semî, kerîm bir kadîr’den, öyle Basîr,
rahîm bir Alîm’den hacetini istiyor ki, bilmüşahede en
hafî bir zîhayatın en hafî bir hacetini, bir niyazını görür,
işitir, kabul eder, merhamet eder. Çünkü, istediğini –ve-
lev lisan-ı hâl ile olsun– verir. Ve öyle bir suret-i hakîmâ-
ne, basîrâne, rahîmânede verir ki, şüphe bırakmaz, bu
terbiye ve tedbir öyle bir semî ve Basîr ve öyle bir kerîm
ve rahîm’e hastır.
ON ÜÇÜNCÜ ReŞHa:
Acaba bütün efazıl-ı benîâdemi
arkasına alıp, arz üstünde durup, Arş-ı Azama mütevec-
cihen el kaldırıp dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferid-i
kevnüzaman ve bihakkın Fahr-i kâinat ne istiyor?
âlâyıilliyyin:
yüceler yücesi, en
yüksek mertebe.
âlem:
kâinat, dünya, bütün yara-
tılmışlar.
alîm:
her şeyi hakkıyla bilen Al-
lah.
allahümme âmin:
ey Allah’ım ka-
bul eyle.
arş:
Allah’ın kudret ve saltanatı-
nın tecelli ettiği yer.
arş-ı azam:
büyük Arş, Allah’ın
kudret ve saltanatının büyük da-
iresi.
arz:
yer, dünya.
basîr:
her şeyi gören Allah.
basîrâne:
görerek.
beka:
ebedîlik, sonsuzluk, devam-
lılık.
bihakkın:
tamamıyla, hakkıyla.
bilmüşahede:
görerek, görüldüğü
gibi.
dua:
Allah’a yalvarma, niyaz.
efazıl-ı benîâdem:
insanlığın en
faziletlileri.
esfel-i safilîn:
aşağıların en aşağı-
sı.
Fahr-i kâinat:
kâinatın kendisiyle
övündüğü zat olan Peygamber
Efendimiz Hz. Muhammed.
fakirâne:
fakirce, muhtaç bir şe-
kilde.
ferid-i kevnüzaman:
zaman ve
varlığın bir tanesi.
fizar-ı istimdatkârâne:
yardım is-
teyerek inleyip ağlamak.
gaye:
maksat, amaç; netice, so-
nuç.
güya:
sanki.
hacet:
ihtiyaç.
hafî:
gizli, saklı.
has:
ait, mahsus, özel.
hazinâne:
hüzünlü bir şekilde.
iştirak:
katılma.
kadîr:
kudret sahibi olan ve her
şeye gücü yeten Allah.
kâinat:
yaratılmış olan şeylerin
tamamı, bütün âlemler, varlıklar.
kerîm:
ikram ve ihsanı bol olan
Allah.
kıymet:
değer.
lisan-ı hâl:
hâl dili; bir şeyin duru-
şu ve görünüşü ile bir mana ifade
etmesi.
mahbubâne:
sevimli bir şekilde.
o
n
d
okuzuncu
m
ekTup
| 342 | Mektubat
mahlûkat:
yaratılmışlar, Allah
tarafından yaratılanlar.
maksat:
kastedilen, istenilen
şey.
merhamet:
acımak, şefkat gös-
termek, korumak, iyilik etmek.
mevcudat:
var olan her şey,
varlıklar.
müştakane:
şevkle, çok iste-
yerek.
müteveccihen:
yönelerek, dö-
nerek.
niyaz:
yalvarma, yakarma, dua.
niyaz-ı istirhamkârâne:
mer-
hamet isteyerek dua etmek,
yalvarmak.
Rahîm:
sonsuz şefkat ve mer-
hamet sahibi Allah.
rahîmâne:
şefkat ve merha-
metli bir şekilde.
reşha:
sızıntı.
semavat:
semalar, gökler.
Semî:
gizli saklı her şeyi du-
yan ve kullarının dualarını ka-
bul eden Allah.
sukut:
düşme, düşüş.
suret-i hakîmâne:
hikmetli bir
şekilde.
şeref-i nev-i insan:
insan tü-
rünün şerefi.
tazarrukârâne:
yalvarıp ya-
kararak.
tedbir:
idare etme, çekip çe-
virme.
terbiye:
besleme, ihtiyaçları-
nı giderme, yetiştirme, büyüt-
me.
ulvî:
yüksek, yüce.
vazife:
görev.
vecde getirme:
kendini kay-
bedecek şekilde hislendirme.
velev:
eğer, hatta.
yâ Rabbena:
ey bizim Rabbi-
miz.
zîhayat:
hayat sahibi, canlı.