cin ve inse, belki ruhanîlere ve melâikelere de kur’ân-ı
Hakîm vasıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedahe o zattır.
Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîm’i, şu kâinatın tahav-
vülâtındaki maksat ve gayeyi tazammun eden tılsım-ı
muğlâkını ve mevcudatın “nereden, nereye ve ne olduk-
ları” olan şu üç sual-i müşkülün muammasını bir elçi va-
sıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil,
en vazıh bir surette ve en azamî bir derecede hakaik-ı
kur’âniye vasıtasıyla o tılsımı açan ve o muammayı hal-
leden, yine bilbedahe o zattır.
Hem şu âlemin sâni-i zülcelâl’i, bütün güzel masnu-
atıyla kendini zîşuur olanlara tanıttırması ve kıymetli ni-
metlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure, onun mu-
kabilinde zîşuur olanlara marziyatı ve arzu-yu İlâhiyeleri-
ni bir elçi vasıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil, en
âlâ ve ekmel bir surette, kur’ân vasıtasıyla o marziyat ve
arzuları beyan eden ve getiren, yine bilbedahe o zattır.
Hem rabbülâlemîn, meyve-i âlem olan insana âlemi
içine alacak bir vüs’at-i istidat verdiğinden ve bir ubudi-
yet-i külliyeye müheyya ettiğinden ve hissiyatça kesrete
ve dünyaya müptelâ olduğundan bir rehber vasıtasıyla
yüzlerini kesretten vahdete, fânîden bâkîye çevirmek is-
temesine mukabil, en azam bir derecede, en eblâğ bir su-
rette, kur’ân vasıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik
eden ve risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda ifa eden,
yine bilbedahe o zattır.
ahsen:
en güzel.
âlâ:
yüce, yüksek.
âlem:
dünya, bütün yaratılmışlar,
kâinat.
arzu:
istek.
arzu-yu İlâhiye:
Allah’ın rızası ve
kullarından isteği.
azamî:
en fazla, en çok.
bâkî:
ebedî, devamlı, sürekli, kalı-
cı.
beyan etmek:
anlatmak, açıkla-
mak, bildirmek.
bilbedahe:
apaçık bir şekilde.
bizzarure:
ister istemez, zorunlu
olarak.
eblâğ:
en beliğ, güzel, veciz ve
açık şekilde.
ekmel:
en mükemmel, en kusur-
suz.
fânî:
ölümlü, geçici.
gaye:
maksat, hedef.
hakaik-ı kur’âniye:
Kur’ân’ın ha-
kikatleri, gerçekleri.
Hâkim-i Hakîm:
her şeyi hikmet-
le yapan hükmedici, Allah.
halletmek:
çözmek, şüphe edil-
meyecek bir şekilde açıklamak.
hissiyat:
hisler, duygular.
ifa etmek:
yapmak, gerçekleştir-
mek, yerine getirmek.
ins:
insan, beşer, âdemoğlu.
kâinat:
yaratılmış olan şeylerin
tamamı, bütün âlemler, varlıklar.
kesret:
çokluk.
kıymet:
değer.
kur’ân-ı Hakîm:
her ayet ve su-
resinde sayısız hikmet ve fayda-
lar bulunan Kur’ân.
maksat:
kastedilen, istenilen şey,
varılmak istenen nokta.
marziyat:
Allah’ın rızasını kazan-
dıracak hâl ve hareketler.
masnuat:
sanatla yapılmış şeyler.
melâike:
melekler.
mevcudat:
var olan her şey, var-
lıklar.
meyve-i âlem:
âlemin meyvesi,
neticesi.
o
n
d
okuzuncu
m
ekTup
| 360 | Mektubat
muamma:
manası zor anlaşı-
lır şey, anlamı gizli ve güç an-
laşılır söz, çözülmesi güç iş.
mukabil:
karşılık.
müheyya:
hazır, hazırlanmış.
müptelâ:
tutkun, tutulmuş,
düşkün.
nimet:
Allah’ın bağışladığı mad-
dî ve manevî lütuf ve ikram-
lar.
Rabbülâlemîn:
Âlemlerin Rab-
bi, bütün âlemleri idare ve ter-
biye eden Allah.
rehber:
yol gösteren, kılavuz.
risalet:
resullük, peygamber-
lik.
ruhanî:
gözle görülmeyen, cis-
mi olmayan, elle tutulamayan
varlıklar.
Sâni-i Zülcelâl:
sonsuz büyük-
lük sahibi, her şeyi sanatla ya-
ratan Allah.
sual-i müşkül:
en zor soru.
suret:
biçim, şekil, tarz.
tahavvülât:
değişmeler, bir
hâlden diğer hale geçmeler.
tarz:
biçim, şekil; usul, yol.
tazammun etmek:
içine al-
mak, içinde bulundurmak.
tılsım:
herkesin bilip çözeme-
diği gizli sır.
tılsım-ı muğlâk:
anlaşılması
zor, kapalı, gizli sır.
ubudiyet-i külliye:
büyük, ge-
niş ve umumî kulluk.
umum:
bütün, tüm.
vahdet:
birlik.
vasıta:
aracılık.
vazıh:
açık.
vazife:
görev.
vüs’at-i istidat:
kabiliyet ge-
nişliği.
zat:
kişi, şahıs, fert.
zîşuur:
şuurlu, şuur sahibi.