başka bir şey elimde yok. o hadsiz a’dâ ve hesapsız mu-
zır şeylere karşı tek bir silâh-ı insanî olan o cüz-i ihtiyârî,
hem nakıs, hem kısa, hem âciz, hem icatsız olduğundan,
kesbden başka bir şey elinden gelmez. ne geçmiş zama-
na geçebilir, tâ ondan bana gelen hüzünleri sustursun; ve
ne de istikbale hulûl edebilir, tâ ondan gelen korkuları
men etsin. geçmiş ve geleceklere ait emellerime ve elem-
lerime faydası olmadığını gördüm.
Bu altı cihetten gelen dehşet ve vahşet ve karanlık ve
me’yusiyet içinde çırpındığım hengâmda, birden kur’ân-ı
Mu’cizülbeyan’ın semasında parlayan iman nurları imda-
da yetişti. o altı ciheti o kadar tenvir edip ışıklandırdı ki,
gördüğüm o vahşetler ve karanlıklar yüz derece tezauf et-
seydi, yine o nur onlara karşı kâfi ve vâfi idi. Bütün o deh-
şetleri birer birer teselliye ve o vahşetleri birer birer ünsi-
yete çevirdi. Şöyle ki:
İman, o vahşetli geçmiş zamanın mezar-ı ekber sureti-
ni yırtıp, ünsiyetli bir meclis-i münevver ve bir mecma-ı
ahbap olduğunu biaynelyakîn, bihakkalyakîn gösterdi.
Hem iman, bir kabr-i ekber suretinde nazar-ı gaflete
görünen gelecek zamanı, sevimli saadet saraylarında bir
ziyafet-i rahmaniye meclisi suretinde biilmelyakîn gös-
terdi.
Hem iman, nazar-ı gaflete bir tabut vaziyetinde görü-
nen hazır zamanı ve o hazır günün tabutiyet şeklini kırıp,
o hazır gün uhrevî bir ticaretgâh dükkânı ve şaşaalı bir
misafirhane-i rahmanî suretinde bilmüşahede gösterdi.
âciz:
zayıf, güçsüz.
a’dâ:
düşmanlar.
biaynelyakîn:
görür derecede ke-
sin olarak bilme.
bihakkalyakîn:
hakikati kesin bir
şekilde bilerek, yaşar gibi kesin bi-
lircesine.
biilmelyakîn:
bir şeyi ilimle ve
bazı işaretleriyle bilme.
bilmüşahede:
görerek, görür şe-
kilde.
cihet:
yön.
cüz-i ihtiyârî:
Cenab-ı Hak tara-
fından insana verilen arzu serbest-
liği.
dehşet:
büyük korku hâli, korkma,
şaşıp kalma.: :
elem:
üzüntü, maddî manevî ıztı-
rap.
emel:
ümit, şiddetli arzu.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hengâm:
zaman, sıra.
hulûl:
girme, dahil olma.
hüzün:
keder, tasa.
icat:
vücuda getirme, yaratma.
iman:
inanma, itikat.
istikbal:
gelecek zaman.
kabr-i ekber:
en büyük kabir.
Y
irmi
a
lTıncı
l
em
’
a
| 514 | Lem’aLar
kâfi:
yeter.
kesb:
çalışıp, kazanma.
Kur’ân-ı mu’cizülbeyan:
açık-
lamalarıyla akılları benzerini
yapmaktan âciz bırakan
Kur’ân-ı Kerîm.
meclis-i münevver:
nurlu
meclis.
mecma-ı ahbap:
dostların
toplandığı yer.
men etmek:
mâni olmak, en-
gellemek.
me’yusiyet:
ümitsizlik.
mezar-ı ekber:
çok büyük
mezar.
misafirhane-i rahmanî:
Rah-
man’a ait misafirhane.
muzır:
zararlı.
nakıs:
noksan.
nazar-ı gaflet:
gaflet bakışı,
bir şeyin manasını anlamadan
bakmak.
nur:
aydınlık, ışık.
saadet:
mutluluk.
sema:
gökyüzü.
silâh-ı insanî:
insana ait silâh.
suret:
biçim, görünüş.
şaşaa:
parlama.
tabut:
içine ölü konulan san-
dık.
tabutiyet:
tabut gibi.
tenvir:
nurlandırma, aydın-
latma.
teselli:
avunma.
tezauf:
kat kat artma.
ticaretgâh:
ticaret yapılan yer.
uhrevî:
ahiret âlemiyle ilgili.
ünsiyet:
alışkanlık, ülfet.
vâfi:
yeter, tam.
vahşet:
ürküntü.
vaziyet:
durum, hâl.
ziyafet-i rahmaniye:
çok çok
merhametli olan Allah’ın
mü’min kulları için hazırladığı
ziyafet.