eden ve haşir ve neşrin yüz binler numunesi olarak neba-
tat taifelerinden ve hayvanat milletlerinden üç yüz bin ne-
vileri haşir ve neşreden hadsiz bir kudret-i ezeliye ve he-
sapsız ve israfsız bir hikmet-i ebediye ve rızka muhtaç bü-
tün zîruhları kemal-i şefkatle gayet harika bir tarzda iaşe
ettiren ve her baharda az bir zamanda had ve hesaba gel-
mez enva-ı ziynet ve mehasini gösteren bir rahmet-i bâ-
kîye ve bir inayet-i daimenin bilbedahe ahiretin vücudu-
nu istilzam ile ve şu kâinatın en mükemmel meyvesi ve
Hâlık-ı kâinat’ın en sevdiği masnuu ve kâinatın mevcu-
datıyla en ziyade alâkadar olan insandaki şedit, sarsılmaz,
daimî olan aşk-ı beka ve şevk-i ebediyet ve âmâl-i serme-
diyet, bilbedahe işaret ve delâletiyle, bu âlem-i fânîden
sonra bir âlem-i bâkî ve bir dâr-ı ahiret ve bir dâr-ı saadet
bulunduğunu o derece kat’î bir surette ispat ederler ki,
dünyanın vücudu kadar, bilbedahe ahiretin vücudunu ka-
bul etmeyi istilzam ederler.
(HaşİYe)
Lem’aLar | 509 |
Y
irmi
a
lTıncı
l
em
’
a
inkâr:
inanmama.
ispat:
doğruyu delillerle gösterme.
israf:
savurganlık.
istilzam:
gerektirme.
işaret:
gösterme.
kâfi:
yeterli.
kâinat:
bütün âlemler, varlıklar.
kat-ı nazar:
göz ardı etme.
kat’î:
kesin.
kemal-i şefkat:
tam ve eksiksiz
şefkat.
kudret-i ezeliye:
Cenab-ı Hakkın
başlangıcı olmayan sonsuz kud-
reti.
küre-i arz:
dünya, yer küresi.
masnu:
sanatla yapılmış olan.
mehasin:
güzellikler.
mevcudat:
var olan her şey, mah-
lûklar.
muhtaç:
ihtiyacı olan.
mükemmel:
olgun, tam.
müşkül:
zor.
nebatat:
bitkiler.
nefyetmek:
inkâr etmek.
nevi:
çeşit, tür.
numune:
örnek.
rahmet-i bâkîye:
ebedî, sonsuz
rahmet.
rızık:
Allah tarafından her canlı için
ayrılmış ve takdir edilmiş olan ni-
met.
suret:
biçim, tarz.
sübut:
gerçek ve kesin.
sübutî:
gerçek ve kesin olan.
şahadet:
şahitlik. tanıklık.
şahid-i sadık:
doğru sözlü şahit.
şedit:
şiddetli.
şevk-i ebediyet:
ebedî, sonsuz se-
vinç, mutluluk.
taife:
güruh, familya.
tarz:
biçim, suret.
temaşa:
seyretme, gözlemleme.
temsil:
kıyaslama tarzında ben-
zetme.
tereşşuhat:
sızıntılar, izler.
vücut:
varlık, var olma.
zîruh:
ruh sahibi.
ziyade:
çok, fazla.
HaşİYe:
evet, sübutî bir emri ihbar etmenin kolaylığı ve inkâr ve nef-
yetmenin gayet müşkül olduğu bu temsilden görünür. Şöyle ki:
Biri dese, “Meyveleri süt konserveleri olan gayet harika bir bahçe
küre-i arz üzerinde vardır”; diğeri dese, “Yoktur.” İspat eden, yalnız
onun yerini veyahut bazı meyvelerini göstermekle, kolayca davasını is-
pat eder. İnkâr eden adam, nefyini ispat etmek için bütün küre-i arzı
görmek ve göstermekle davasını ispat edebilir.
Aynen öyle de, cenneti ihbar edenler, yüz binler tereşşuhatını, mey-
velerini, âsârını gösterdiklerinden kat-ı nazar, iki şahid-i sadıkın sübutu-
na şahadetleri kâfi gelirken; onu inkâr eden, hadsiz bir kâinatı, hadsiz
ebedî zamanı temaşa etmek ve görmek ve eledikten sonra inkârını is-
pat edebilir, ademini gösterebilir.
İşte, ey ihtiyar kardeşler, iman-ı ahiretin ne kadar kuvvetli olduğunu
anlayınız.
adem:
yokluk.
ahiret:
kıyametten sonra ku-
rulacak olan âlem.
alâkadar:
ilişkili, münasebetli.
âlem-i bâkî:
sonsuz olan ahi-
ret âlemi.
âlem-i fânî:
gelip geçici dünya,
dünya hayatı.
âmâl-i sermediyet:
sonsuzluk
arzuları ve istekleri.
âsâr:
eserler.
aşk-ı beka:
sonsuzluk aşkı.
bilbedahe:
açıktan, aşikâr ola-
rak.
daimî:
sürekli, devamlı.
dâr-ı ahiret:
ahiret yurdu.
dâr-ı saadet:
mutluluk yeri.
delâlet:
delil olma, gösterme.
ebedî:
daimî, sonu olmayan,
sonsuz.
enva-ı mehasin:
güzelliklerin,
hüsünlerin çeşitleri.
enva-ı ziynet:
süs çeşitleri.
gayet:
son derece.
had hesaba gelmemek:
sınır-
sız ve sayısız olmak.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
Hâlık-ı Kâinat:
kâinatın ve
onun içinde olan her şeyin ya-
ratıcısı, Allah.
harika:
hayret verici, şaşırtıcı,
harikulâde.
haşir ve neşir:
Allah’ın, ölüleri
diriltip, mahşere çıkarması ve
yayması.
haşiye:
dipnot.
hayvanat:
hayvanlar.
hesapsız:
sayısız.
hikmet-i ebedîye:
Allah’ın
sonsuz gayeleri.
iaşe:
yaşatma, besleme.
ihbar:
haber verme.
inayet-i daime:
devamlı olan
yardım.
inkâr etme:
inanmamak.