dediği gibi, ruhumun hanesi olan cismimin de her gün bir
taşı düşmekle yıpranıyor. Ve dünya ile beni kuvvetli bağ-
layan ümitlerim, emellerim kopmaya başladılar. Hadsiz
dostlarımdan ve sevdiklerimden müfarakat zamanının ya-
kınlaştığını hissettim. o manevî ve çok derin ve devasız
görünen yaranın merhemini aradım, bulamadım. Yine
niyazi-i Mısrî gibi dedim ki:
Dil bekası, Hak fenâsı istedi mülk-i tenim,
Bir devasız derde düştüm, ah ki Lokman bîhaber.
HaşİYe
o vakit birden merhamet-i İlâhiyenin lisanı, misali, tim-
sali, dellâlı, mümessili olan peygamber-i zîşan Aleyhissa-
lâtü Vesselâmın nuru ve şefaati ve beşere getirdiği hedi-
ye-i hidayeti, o dermansız, hadsiz zannettiğim yaraya gü-
zel bir merhem ve tiryak oldu. karanlıklı ye’simi, nurlu
bir ricaya çevirdi.
evet, ey benim gibi ihtiyarlığını hisseden muhterem ih-
tiyar ve ihtiyareler!
Biz gidiyoruz, aldanmakta fayda yok. gözümüzü kapa-
makla bizi burada durdurmazlar; sevkiyat var. Fakat gaf-
letten ve kısmen de ehl-i dalâletten gelen zulümat evham-
larıyla bize firaklı ve karanlıklı görünen berzah memleke-
ti, ahbapların mecmaıdır. Başta şefiimiz olan Habibullah
Aleyhissalâtü Vesselâm ile bütün dostlarımıza kavuşmak
âlemidir.
HaşİYe:
Yani, benim kalbim bütün kuvvetiyle beka istediği hâlde, hik-
met-i İlâhiye cesedimin harabiyetini iktiza ediyor. Hekim-i lokman da
çaresini bulamadığı, dermansız bir derde düştüm.
ahbap:
dostlar.
âlem:
dünya.
aleyhissalâtü vesselâm:
“Salât ve
selâm onun üzerine olsun,” anla-
mında Peygamberimiz Hz. Mu-
hammed.
beka:
bâkîlik, ebedîlik.
berzah:
ruhların kıyamete kadar
bekleyeceği, dünya ile ahiret ara-
sındaki yer.
beşer:
insanlık.
bîhaber:
habersiz.
ceset:
beden, vücut.
cisim:
beden, gövde.
dellâl:
ilân edici; hakka davet
eden.
derman:
ilâç, çare, tedavi.
deva:
ilâç, çare.
ehl-i dalâlet:
dalâlet ehli, azgın ve
sapkın kimseler.
emel:
ümit, şiddetli arzu.
evham:
vehimler, esassız şeyler.
fenâ:
insanın maddî varlığından
sıyrılarak Hakka ulaşması.
firak:
ayrılık.
gaflet:
gafillik.
Habibullah:
Allah’ın sevgilisi, Hz.
Muhammed
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
Hak:
varlığı hak olan ve her hakkın
sahibi olan.
Y
irmi
a
lTıncı
l
em
’
a
| 504 | Lem’aLar
hane:
ev, mesken.
harabiyet:
yıkılma harap
olma.
haşiye:
dipnot.
hediye-i hidayet:
Peygambe-
rimizin (asm) insanları hida-
yete sevk ediciliği.
hikmet-i İlâhîye:
Allah’ın her
şeyi belirli gayelere yönelik
olarak, manalı, faydalı ve yerli
yerinde yaratması.
iktiza:
gerektirme.
kısmen:
kısmî olarak.
lisan:
dil.
manevî:
manaya ait.
mecma:
toplanma yeri.
merhamet-i İlâhîye:
Allah’ın
rahmeti, merhameti.
merhem:
yaraya sürülen ilâç.
misal:
benzer, örnek.
muhterem:
saygı değer, aziz.
müfarakat:
ayrılık.
mülk-i tenim:
vücut, beden
mülkü.
mümessil:
temsilci.
nur:
aydınlık, ışık.
Peygamber-i Zîşan:
şanlı Pey-
gamber, Hz. Muhammed
(asm).
rica:
istek, arzu, ümit.
ruh:
hayatın temeli ve sebebi
olan manevî varlık.
sevkiyat:
yollamak, gönder-
mek.
şefaat:
Hz. Peygamberin ve di-
ğer salih kulların, bazı günah-
kâr mü’minleri bağışlamasını
Allah’tan dilemeleri.
şefî:
şefaat eden.
timsal:
suret, örnek.
tiryak:
çare, ilâç.
yeis:
ümitsizlik.
zannetme:
sanma.
zulümat:
dinsizlik, zulüm ve
küfür.