Yine tam uyanmak için, kur’ân’ın semavî dersini işit-
mek üzere, yine Bayezit Camiindeki hafızları dinlemeye
başladım. o vakit, o semavî dersten
(1)
Gƒo
æn
e'
G n
øj/
òs
dG p
ô°u
ûn
Hn
h
(ilâahir) nev’inden kudsî fermanlarla müjdeler işittim.
kur’ân’dan aldığım feyiz ile hariçten teselli aramak değil,
belki dehşet ve vahşet ve me’yusiyet aldığım noktalar için-
de teselliyi, ricayı, nuru aradım. Cenab-ı Hakka yüz bin
şükür olsun ki, ayn-ı dert içinde dermanı buldum, ayn-ı
zulmet içinde nuru buldum, ayn-ı dehşet içinde teselliyi
buldum.
en evvel, herkesi korkutan, en korkunç tevehhüm edi-
len ölümün yüzüne baktım. nur-i kur’ân ile gördüm ki,
ölümün peçesi gerçi karanlık, siyah, çirkin ise de, fakat
mü’min için asıl siması nuranîdir, güzeldir gördüm. Ve
çok risalelerde bu hakikati kat’î bir surette ispat etmişiz.
sekizinci söz ve Yirminci Mektup gibi çok risalelerde izah
ettiğimiz gibi, ölüm, idam değil, firak değil, belki hayat-ı
ebediyenin mukaddimesidir, mebdeidir ve vazife-i hayat
külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekân-
dır, berzah âlemine göçmüş kafile-i ahbaba kavuşmaktır.
Ve hakeza, bunlar gibi hakikatlerle ölümün hakikî güzel
simasını gördüm. korkarak değil, belki bir cihetle müşta-
kane mevtin yüzüne baktım. ehl-i tarikatçe rabıta-i mev-
tin bir sırrını anladım.
sonra, herkesi zevaliyle ağlatan ve herkesi kendine mef-
tun ve müştak eden ve günah ve gafletle geçen ve geçmiş
gençliğime baktım. o güzel, süslü çarşafı (elbisesi)
Lem’aLar | 519 |
Y
irmi
a
lTıncı
l
em
’
a
hakikat:
gerçek.
hakikî:
gerçek, doğru.
hariç:
dışarıdaki.
hayat-ı ebedîye:
ebedî ve sonsuz
hayat.
idam:
yok olma, hiçlik.
ilâahir:
sonuna kadar.
ispat:
doğruyu delillerle gösterme.
izah:
açıklama yapma.
kafile-i ahbap:
dostların toplu-
luğu.
kat’î:
kesin.
kudsî:
mukaddes, yüce.
Kur’ân:
Allah tarafından vahiy yo-
luyla Hz. Muhammed’e indirilmiş,
semavî kitapların sonuncusu.
külfet:
zahmet, sıkıntı.
mebde:
başlangıç.
meftun:
müptelâ, düşkün.
mevt:
ölüm.
me’yusiyet:
ümitsizlik.
mukaddeme:
başlangıç.
müjde:
sevindirici haber.
mü’min:
iman eden, inanan.
müştak:
iştiyaklı, çok arzulu.
müştakane:
şevkle, çok isteyerek.
nevi:
çeşit, tür.
nur:
aydınlık, ışık.
nuranî:
nurlu, parlak.
nur-i Kur’ân:
Kur’ân nuru.
paydos:
istirahat.
peçe:
örtü.
rabıta-i mevt:
ölümünü düşüne-
rek dünyanın fânî olduğunu mü-
lâhaza etmekle nefsin desiselerin-
den kurtulma.
semavî:
İlâhî.
sima:
yüz, çehre.
suret:
biçim, tarz.
şükür:
nimet ve iyiliğin sahibini
tanıma ve ona karşı minnet
duyma.
tebdil-i mekân:
mekân değişik-
liği.
terhis:
izin verme, serbest bı-
rakma.
teselli:
avunma.
tevehhüm:
vehimlenme, zan-
netme.
vazife-i hayat:
hayat vazifesi.
zeval:
sona erme, yok olma.
ayn-ı dehşet:
dehşetin ken-
disi.
ayn-ı dert:
derdin kendisi.
ayn-ı zulmet:
zulmetin ken-
disi.
berzah âlemi:
ruhların kıya-
mete kadar bekleyeceği âlem.
Cenab-ı Hak:
Allah.
cihet:
yön.
derman:
ilâç, çare.
ehl-i tarikat:
kalbini dünyanın
fânî işlerinden ayırıp, Allah
sevgisi ile bağlayan kimseler.
evvel:
önce, ilk.
ferman:
emir, buyruk.
feyiz:
bolluk, bereket.
firak:
ayrılık.
gaflet:
Allah’tan uzaklaşıp nef-
sinin arzularına dalmak.
günah:
dinî suç.
hafız:
Kur’ân-ı Kerîm’i tama-
men ezberleyen ve okuyan
kimse.
hakeza:
böylece, bunun gibi.
1.
İman edenleri ve güzel işler yapanları müjdele... (Bakara Suresi: 25.) Ayetin devamı şöyledir:
“Altlarından ırmaklar akan cennetler onlarındır. O cennetlerden rızık olarak bir meyve ye-
diklerinde, ‘Bu daha önce yediğimiz rızıktandır’ derler. Rızıkları dünyadakine benzer şekilde
kendilerine sunulur. Orada onlar için tertemiz kadınlar vardır. Onlar orada ebedî olarak ka-
lacaklardır.”