var; onlar da oraya gidecekler. dünyada vefatın firak de-
ğil, visaldir, o ahbaplara kavuşmaktır. onlar, yani o er-
vah-ı bâkiye, eskimiş yuvalarını toprak altında bırakıp, bir
kısmı yıldızlarda, bir kısmı âlem-i berzah tabakatında ge-
ziyorlar diye ihtar edildi.
evet, bu hakikati kur’ân ve iman o derece kat’î bir su-
rette ispat etmiştir ki, bütün bütün kalbsiz, ruhsuz olmaz-
sa veyahut dalâlet kalbini boğmamışsa, görüyor gibi inan-
mak gerektir. Çünkü bu dünyayı hadsiz enva-ı lütuf ve ih-
sanıyla böyle tezyin edip mükrimâne ve şefikàne rububi-
yetini gösteren ve tohumlar gibi en ehemmiyetsiz cüz’î
şeyleri dahi muhafaza eden bir sâni-i kerîm ve rahîm,
masnuatı içinde en mükemmel ve en cami’, en ehemmi-
yetli ve en çok sevdiği masnuu olan insanı, elbette ve bil-
bedahe, sureten göründüğü gibi böyle merhametsiz, akı-
betsiz idam etmez, mahvetmez, zayi etmez. Belki bir çift-
çinin toprağa serptiği tohumlar gibi, başka bir hayatta
sümbül vermek için, Hâlık-ı rahîm o sevgili masnuunu,
bir rahmet kapısı olan toprak altına muvakkaten atar.
(Ha-
şİYe)
İşte bu ihtar-ı kur’ânîyi aldıktan sonra, o kabristan, İs-
tanbul’dan ziyade bana ünsiyetli oldu. Halvet ve uzlet, ba-
na sohbet ve muaşeretten daha ziyade hoş geldi. Ben de
Boğaz tarafındaki sarıyer’de, bir halvethane kendime bul-
dum. gavs-ı Azam (
rA
)
Fütuhu’l-Gayb’
ıyla bana bir
Lem’aLar | 529 |
Y
irmi
a
lTıncı
l
em
’
a
tırlatması, uyarması.
iman:
inanma, itikat.
ispat:
doğruluğunu delillendirme.
ispat:
doğruyu delillerle gösterme.
kabristan:
mezarlık.
kat’î:
kesin.
mahv:
yok etme, ortadan kal-
dırma.
masnu:
sanatla yapılmış.
masnuat:
sanatla yapılmış şeyler.
merhamet:
şefkat göstermek, ko-
rumak.
muaşeret:
birlikte yaşayıp iyi ge-
çinme.
muhafaza:
koruma.
muvakkaten:
geçici olarak.
mükrimâne:
ikram ederek.
rahîm:
sonsuz merhamet sahibi
olan Allah.
risale:
küçük mektup.
rububiyet:
Cenab-ı Allah’ın her za-
man, her yerde, her mahlûka
muhtaç olduğu şeyleri vermesi,
terbiye, tedbir ve malikiyeti ve
besleyiciliği.
sair:
diğer, başka.
Sâni-i Kerîm:
ikramı bol olan ve
her şeyi sanatlı yaratan Allah.
suret:
biçim, tarz.
sureten:
görünüş itibarıyla.
şefikàne:
şefkat ederek, merha-
metlice.
tabakat:
tabakalar.
tezyin:
süslemek.
uzlet:
insanlardan uzak durma.
ünsiyet:
arkadaş, dost.
vefat:
ölüm.
visal:
kavuşma.
zayi:
elden çıkan.
ziyade:
fazla.
HaşİYe
: Bu hakikat, iki kere iki dört eder derecesinde, sair risalelerde,
hususan onuncu ve Yirmi dokuzuncu sözlerde ispat edilmiştir.
ahbap:
dostlar.
akıbet:
nihayet, son.
âlem-i berzah:
ruhların kıya-
mete kadar kalacakları âlem.
bilbedahe:
açıktan, aşikâr ola-
rak.
cami’:
ihtiva eden, kaplayan.
cüz’î:
az, önemsiz.
dalâlet:
iman ve İslâmiyetten
ayrılmak, azmak.
ehemmiyet:
önem.
enva-ı lütuf:
lütuf türleri.
ervah-ı bâkîye:
ebedî ruhlar.
firak:
ayrılık.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakikat:
gerçek.
Hâlık-ı rahîm:
sonsuz merha-
met ve şefkat sahibi yaratıcı,
Allah.
halvet:
yalnız ve tenha kalma.
halvethane:
gizli ibadet yeri.
haşiye:
dipnot.
hususan:
özellikle.
idam:
yok olma.
ihsan:
ikram etme, lütuf.
ihtar:
hatırlatma, uyarı.
ihtar-ı Kur’ânî:
Kur’ân’ın ha-