ki, nasıl bütün manevî zulümatı dağıtır ve manevî yarala-
rı tedavi eder!
Bu uzun macerayı –ihtiyarlığımın rica kapıları içinde
derci, âdeta ihtiyârımla olmadı– istemiyordum, belki usan-
dıracak diye çekiniyordum. Fakat bana yazdırıldı diyebili-
rim. Her ne ise, sadede dönüyorum.
saç ve sakalımdaki beyaz kılların ve bir vefadarın sa-
dâkatsizliği neticesinde o şaşaalı ve zahiren tatlı ve süslü
İstanbul’un hayat-ı dünyeviyesinin ezvakından bana bir
nefret geldi. nefis, meftun olduğu ezvakın yerinde mane-
vî ezvak aradı. Bu ehl-i gafletin nazarında soğuk ve ağır
ve nahoş görünen ihtiyarlıkta bir teselli, bir nur istedi. Fe-
lillâhilhamd, Cenab-ı Hakka yüz bin şükür olsun, bütün o
hakikatsiz, tatsız, akıbetsiz ezvak-ı dünyeviye yerine, ha-
kikî, daimî ve tatlı ezvak-ı imaniyeyi
(1)
n
ƒo
g s
’p
G n
¬'
dp
G n
B’
’da ve
nur-i tevhidde bulduğum gibi, ehl-i gafletin nazarında so-
ğuk ve sakil görünen ihtiyarlığı, o nur-i tevhidle çok hafif
ve hararetli ve nurlu gördüm.
ey ihtiyar ve ihtiyareler! Madem sizlerde iman var ve
madem imanı ışıklandıran ve inkişaf ettiren namaz ve ni-
yaz var; ihtiyarlığınıza ebedî bir gençlik nazarıyla bakabi-
lirsiniz. Çünkü onunla ebedî bir gençlik kazanabilirsiniz.
Hakikî soğuk ve sakil ve çirkin ve zulmetli ve elemli olan
ihtiyarlık ise, ehl-i dalâletin ihtiyarlıklarıdır, belki de onla-
rın gençlikleridir; onlar ağlamalı, onlar “Vâesefâ, vâhas-
retâ!” demeli. sizler, ey muhterem imanlı ihtiyarlar,
(2)
m
?Én
M pq
?o
c '
¤n
Y * o
ór
ªn
ër
dn
G
deyip mesrurâne şükretmelisiniz.
âdeta:
sanki.
akıbet:
sonuç.
Cenab-ı Hak:
Allah.
daimî:
sürekli, devamlı.
derç:
sokma.
ebedî:
sonsuz, daimî.
ehl-i dalâlet:
dalâlet ehli; azgın ve
sapkın kimseler.
ehl-i gaflet:
dünyaya daldığından
dolayı ahiretin farkında olmayan.
elem:
üzüntü, maddî manevî ıztı-
rap.
ezvak:
zevkler, hazlar.
ezvak-ı dünyeviye:
dünyevî, ge-
çici zevkler.
ezvak-ı imaniye:
imanın verdiği
zevk ve manevî lezzetler.
felillâhilhamd:
Allah’a hamd ol-
sun.
hakikat:
asıl, esas.
hakikî:
gerçek.
hararet:
sıcaklık, heyecanlılık.
hayat-ı dünyeviye:
dünyaya ait
olan hayat.
ihtiyâr:
istek, arzu, tercih.
ihtiyare:
yaşlı kadın.
iman:
inanma, itikat.
inkişaf:
açılma, keşfolunma.
macera:
baştan geçen tehlikeli ve
heyecanlı olay, serüven.
manevî:
manaya ait.
meftun:
müptelâ, tutkun.
mesrurâne:
sevinçli bir şe-
kilde.
muhterem:
saygı değer, aziz.
nahoş:
hoş olmayan.
nazar:
bakış.
nefis:
kötülüğe sevk eden nef-
sanî istekleri kamçılayıp hayırlı
işlerden alıkoyan güç.
nefret:
tiksinme.
netice:
sonuç.
niyaz:
Allah’a yalvarma, dua.
nur:
aydınlık, ışık.
nur-i tevhid:
Allah’ın birliğini
kabul etmekle elde edilen nur.
rica:
ümit.
sadâkat:
bağlılık, doğruluk.
sadet:
asıl konu.
sakil:
ağır, sıkıntı veren.
şaşaa:
zahirî parlak görünüş.
şükretmek:
nimet ve iyiliğin
sahibini tanıma ve ona karşı
minnet duyma.
şükür:
görülen bir iyiliğe karşı
minnettarlık duyma.
teselli:
avunma.
vâesefâ:
Eyvah, çok yazık.
vâhasretâ:
Eyvah, hasret ol-
sun.
vefadar:
vefalı, dost.
zahiren:
görünüşte.
zulmet:
Allah’ın nurundan
mahrum olma hâli.
zulümat:
karanlıklar.
1.
Ondan başka hiçbir ilâ yoktur. (Haşir Suresi: 22, 23.)
2.
Her hâl üzere Allah’a hamd olsun. (Feyzü’l-Kadîr, 1:368, hadis no: 662.)
Y
irmi
a
lTıncı
l
em
’
a
| 538 | Lem’aLar