SEKİZİNCİRİCA
İhtiyarlığın alâmeti olan beyaz kıllar saçıma düştüğü bir
zamanda, gençliğin derin uykusunu daha ziyade kalınlaş-
tıran Harb-i Umumînin dağdağaları ve esaretimin keşme-
keşlikleri ve sonra İstanbul’a geldiğim vakit, ehemmiyetli
bir şan ve şeref vaziyeti, hatta Halifeden, Şeyhülislâm-
dan, Başkumandandan tut, tâ medrese talebelerine ka-
dar, haddimden çok ziyade bir hüsn-i teveccüh ve iltifat
gösterdikleri cihetle, gençlik sarhoşluğu ve o vaziyetin ver-
diği hâlet-i ruhiye, o uykuyu o derece kalınlaştırmıştı ki,
âdeta dünyayı daimî, kendimi de lâyemutâne dünyaya ya-
pışmış bir vaziyet-i acibede görüyordum.
İşte o zamanda, İstanbul’un Bayezit Cami-i mübareği-
ne, ramazan-ı şerifte ihlâslı hafızları dinlemeye gittim.
kur’ân-ı Mu’cizülbeyan, semavî yüksek hitabıyla beşerin
fenâsını ve zîhayatın vefatını haber veren gayet kuvvetli
bir surette
(1)
p
är
ƒn
Ÿr
G o
án
?p
F B Gn
P ¢m
ùr
Øn
f t
?o
c
fermanını, hafızların li-
sanıyla ilân etti. kulağıma girip, tâ kalbimin içine yerle-
şip, o pek kalın gaflet ve uyku ve sarhoşluk tabakalarını
parça parça etti. Camiden çıktım. daha çoktan beri ba-
şımda yerleşen o eski uykunun sersemliğiyle birkaç gün
başımda bir fırtına, dumanlı bir ateş ve pusulasını şaşır-
mış gemi gibi kendimi gördüm. Âyinede saçıma baktık-
ça, beyaz kıllar bana diyorlar: “dikkat et!”
İşte o beyaz kılların ihtarıyla vaziyet tavazzuh etti. Bak-
tım ki, çok güvendiğim ve ezvakına meftun olduğum
Lem’aLar | 517 |
Y
irmi
a
lTıncı
l
em
’
a
iltifat:
güler yüzle muamele, te-
veccüh etme.
keşmekeş:
karışıklık, mücadele.
Kur’ân-ı mu’cizülbeyan:
açıkla-
malarıyla akılları benzerini yap-
maktan âciz bırakan Kur’ân-ı Ke-
rîm.
lâyemutâne:
ölmeyecekmişçe-
sine.
lisan:
dil.
medrese:
ders okutulan yer.
meftun:
müptelâ, düşkün.
mübarek:
bereketli, kutlu.
pusula:
yön.
ramazan-ı şerif:
mübarek rama-
zan ayı.
rica:
ümit.:
semavî:
İlâhî.
suret:
biçim, tarz.
şan:
şöhret, ün.
şeref:
yücelik, iyi ün.
Şeyhülislâm:
Osmanlılar zama-
nında din işlerine bakan ve sadra-
zamdan sonra en yüksek vazifeli
şahıs.
tabaka:
katman.
talebe:
öğrenci.
tavazzuh:
açıklanma, aydınlanma.
vaziyet:
durum, hâl.
vaziyet-i acibe:
acip ve şaşırtıcı
bir hâl.
zîhayat:
hayat sahibi.
ziyade:
fazla.
âdeta:
sanki.
alâmet:
belirti, nişan.
başkumandan:
bir devletin si-
lâhlı kuvvetlerinin en yüksek
rütbelisi.
beşer:
insanlık.
cihet:
yön.
dağdağa:
gürültü, kargaşa.
daimî:
sürekli, devamlı.
ehemmiyet:
önem.
esaret:
esirlik.
ezvak:
zevkler, hazlar.
fenâ:
yok olma, ölümlülük.
ferman:
emir, buyruk.
gaflet:
gafillik, dikkatsizlik, dal-
gınlık.
gayet:
son derece.
had:
derece, mertebe .
hafız:
Kur’ân-ı Kerîm’i tama-
men ezberleyen ve okuyan
kimse.
hafız:
Kur’ân-ı Kerîm’i tama-
men ezberleyen ve okuyan
kimse.
hâlet-i ruhiye:
insanın ruh
hâli.
halife:
hükümdar.
Harb-i Umumî:
genel harb,
1914. 1918 yılları arasında ce-
reyan eden “Birinci Dünya Sa-
vaşı.”
hitap:
nutuk.
hüsn-i teveccüh:
güzel alâka
ve sevme.
ihlâs:
samimiyet.
ihtar:
hatırlatma, uyarma.
1.
Her nefis ölümü tadıcıdır. (Âl-i İmran Suresi: 185; Enbiya Suresi: 35; Ankebut Suresi: 57.)