ayetinin bir nüktesi ve
Adl
İsm-i Azamının bir cilve-
sidir. Şöyle ki:
Şu kâinat mütemadiyen tahrip ve tamir içinde
çalkalanmakta, her vakit harb ve hicret içinde kay-
namakta, her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlan-
maktadır. Bu hayretengiz tebeddülât ve tahavvülât
ise, dehşetli cirimlerin intizamlı hareketlerinden ve
küre-i zeminin yüzündeki dört yüz bin nebatî ve
hayvanî zîhayatın muntazaman iaşe ve terbiyelerin-
den ve sel gibi akan karıştırıcı ve istilâcı unsurların
gayet muntazam vazifelerinden ziya ve zulmetin, sı-
cak ve soğuğun, hayat ve mematın dönüşmelerine
varıncaya kadar bütün eşya öyle bir mizan-ı adalet
içinde istikbalden gelip, hale uğrayarak, maziye
akıp gidiyor ki, fesübhanallah, insaflı ve dikkatli bir
nazarla bu âlem sarayına bakan her ferd-i insan,
muhakkak olarak diyecek: “Bu saray-ı âlemin sânii;
bu saray-ı âlemi,
Adl
isminin azamî tecellisine maz-
har etmekle beraber, hem
Vahid’
dir, hem de öyle
mizan-ı adaletle işler görüyor ki, en ehemmiyetsiz
ve en küçük, kıymetsiz telâkki edilen şeylerde dahi
şirke yer bırakmıyor ve şirkin bu mizan-ı adalete so-
kulmasına zerre kadar müsaade etmiyor. Hem bu
pek harika intizam-ı ekmel içindeki gayet hassas
mizan-ı adalete, elbette bu kâinatın sâni-i zülce-
lâl’inden başkası müdahale edemeyecek.” Hem bü-
tün esbap o sâni-i zülcelâl’in dest-i kudretinin bir
perdesi olduğunu anlayacak… Ve o sâni-i zülce-
mal’in hem Vahid olduğuna, hem mevcudiyetine
Lem’aLar | 1101 |
f
iHriST
kâinat:
yaratılmış olan şeylerin ta-
mamı, bütün âlemler, varlıklar.
Sâni-i Zülcelâl: sonsuz büyüklük
sahibi, her şeyi sanatlı olarak ya-
ratan Allah.
küre-i zemin:
yer küresi.
mazhar:
kavuşma, erişme; bir şe-
yin göründüğü yer.
mazi:
geçmiş, geçmiş zaman.
memat:
ölüm.
mevcudiyet:
varlık, var olma.
mevt:
ölüm
mizan-ı adalet:
adalet terazisi.
muhakkak:
kesin; doğru.
muntazam:
düzenli, düzene gir-
miş.
muntazaman:
düzenli olarak.
müdahale etmek:
karışmak.
müsaade:
izin.
mütemadiyen:
devamlı şekilde,
sürekli olarak.
nazar:
bakma, bakış.
nebatî:
bitki cinsinden.
nükte:
ince manalı söz; ancak dik-
katle anlaşılabilen mana.
Sâni:
her şeyi sanatlı olarak yara-
tan Allah.
Sâni-i Zülcemal:
sonsuz güzellik
sahibi ve her şeyi sanatlı olarak
yaratan Allah.
saray-ı âlem:
âlem sarayı, bir sa-
raya benzeyen kâinat.
şirk:
Allah’a ortak koşma, Al-
lah’tan başka ilâh olduğuna
inanma.
tahavvülât:
bir hâlden diğer hâle
geçmeler, değişiklikler.
tahrip:
yıkılma, bozulma.
tebeddülât:
değişiklikler.
tecelli:
görünme, belirme, bilinme.
telâkki etmek:
kabul etmek.
terbiye:
besleme, yetiştirme, bü-
yütme.
unsur:
madde, element.
Vahid:
bir olan Allah.
vazife:
görev.
zerre:
en küçük parça.
zîhayat:
hayat sahibi, canlılar.
ziya:
ışık.
zulmet:
karanlık.
adl:
her hak sahibine hakkını
veren Allah.
âlem:
dünya, kâinat.
ayet:
Kur’ân’ın her bir cüm-
lesi.
azamî:
en fazla, en çok.
cilve:
görünme, yansıma.
cirim:
kütle; gök cismi, yıldız.
dehşetli:
korkutucu, ürkütücü.
dest-i kudret:
kudret eli; Ce-
nab-ı Hakkın güç ve kuvveti.
ehemmiyet:
önem.
esbap:
sebepler.
ferd-i insan:
insan ferdi, in-
sanlardan tek bir şahıs.
Fesübhanallah:
hayret ile şaş-
kınlık anlamında söylenen,
“Allah’ım kusur ve noksan sı-
fatlardan uzaksın” deme.
hâl:
şimdi, içinde bulunulan
an.
harika:
olağanüstü, hayret
uyandıran.
harb:
savaş; şiddetli mücadele.
hassas:
duyarlı.
hayretengiz:
hayrette bıra-
kan, hayret veren.
hayvanî:
hayvan cinsinden.
hicret:
bir yerden bir yere göç
etme.
iaşe:
geçindirme, besleme, ya-
şatma.
insaf:
gerçekleri ve doğruları
kabul etme.
intizam:
düzen, tertip.
intizam-ı ekmel:
kusursuz,
mükemmel düzen.
İsm-i azam:
Cenab-ı Hakkın
bin bir isminden en büyük ve
manaca diğer isimlerini kuşat-
mış olan isimleri.
istikbal:
gelecek, gelecek za-
man.
istilâ:
kaplama, yayılma, ele
geçirme.