Birincisi
: Her mevcut, basit bir madde olmadığı
gibi, camit ve tagayyürsüz dahi olmadığından; ve
hem de zerrelerden teşekkül ettirilmiş gayet acip bir
makine ve gayet harika bir saray olmakla beraber,
zahirî ve bâtınî duygularla mücehhez bulunduğun-
dan, kâinatla alâkası vardır. İşte, her bir mevcut,
Hâlık-ı külli Şey’e isnat edilmeyip, “kendi kendine
teşekkül ediyor” denilse, o vakit her bir mevcudun
her bir zerresine bir eflâtun’a bedel binler eflâtun
kadar ilim ve şuur vermek gibi hurafecilik ve diva-
neliğin en büyüklerinin ortasına düştüğünü beyan
edip ispat eder.
İkincisi
: Her bir mevcut, bilhassa ferd-i insan, bir-
biri içinde yerleştirilmiş binler kubbeli bir saray ve
her bir kubbesi binler zerratın baş başa vermesiyle
teşekkül etmiş acip nakışlı garip bir sanat-ı harika
olduğu hâlde, “Bu masnuat bir sâni-i Vahid’in
eser-i sanatı değildir, kendi kendine teşekkül edi-
yor” denilse, hadsiz ve hudut altına alınmayan zer-
rat-ı vücudiye adedince muhaller ortaya çıkar ki, bu
mefkûre sahiplerini cehlin en müntehasında oturta-
rak, echeliyetle techil eder.
Üçüncü Muhal
: sâni-i zülcelâl’in icadı olan her
bir masnu’, kalem-i kader-i ezelînin bir mektubu ol-
mazsa, “esbab-ı âlem icat ediyor” denilse, o vakit,
o esbap, evvelâ o masnuun bedenindeki hücreler-
den tut, binler mürekkebat adedince tabiat kalıpla-
rı, demir kalemleri ve harfleri; ve hatta bu demir
f
iHriST
| 1036 | Lem’aLar
acip:
şaşırtıcı, hayret veren.
adedince:
sayısınca.
alâka:
ilgi, bağ.
bâtınî:
görünmeyen; içe ait.
bedel:
karşılık, yerine.
beyan etmek:
açıklamak, anlat-
mak.
bilhassa:
özellikle.
camit:
cansız.
cehil:
cahillik, bilgisizlik.
divane:
deli.
echeliyet:
çok cahillik, çok bilgi-
sizlik.
esbab-ı âlem:
âlemdeki sebepler.
esbap:
sebepler.
eser-i sanat:
sanat eseri.
ferd-i insan:
insan ferdi, bireyi.
garip:
tuhaf, hayret verici, şaşır-
tıcı.
gayet:
son derece, çok.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
Hâlık-ı Külli Şey:
her şeyin yara-
tıcısı olan Allah.
harika:
olağanüstü, hayranlık
uyandıran.
hudut:
sınırlar.
hurafe:
dine, bilime, akla uyma-
yan yanlış söz ve iş.
icat:
vücuda getirme, yoktan ya-
ratma.
icat etmek:
vücuda getirmek,
yoktan yaratmak.
ilim:
bilgi, biliş.
isnat edilmek:
dayandırılmak, mal
edilmek.
ispat etmek:
doğruyu delil göste-
rerek meydana koymak.
kâinat:
yaratılmış olan şeylerin ta-
mamı, bütün varlıklar.
kalem-i kader-i ezelî:
ezelî kader
kalemi.
kubbe:
yarım küre şeklinde yapı-
lan bina damı.
masnu:
sanatlı olarak yaratıl-
mış varlık.
masnuat:
sanatlı olarak yara-
tılmış şeyler.
mefkûre:
fikir, düşünce.
mevcut:
varlık, vücut sahibi.
muhal:
imkânsız, olması
mümkün olmayan.
mücehhez:
cihazlandırılmış,
donatılmış.
münteha:
son, en son yer;
zirve.
mürekkebat:
farklı maddele-
rin birleşmesiyle meydana
gelmiş varlıklar.
nakış:
işleme.
sanat-ı harika:
hayranlık
uyandıran olağanüstü sanat.
Sâni-i Vahit:
her şeyi sanatlı
bir şekilde yaratan ve bir olan
sanatkâr, Allah.
Sâni-i Zülcelâl:
sonsuz büyük-
lük sahibi, her şeyi sanatla ya-
ratan Allah.
saray:
büyük konak, kasır.
şuur:
bir şeyi anlama, tanıma
ve kavrama gücü, bilinç.
tagayyür:
bozulma, değişme,
başkalaşma.
techil etmek:
bir kimsenin ca-
hilliğini ve bilgisizliğini yüzüne
vurmak.
teşekkül etmek:
meydana
gelmek, şekillenmek.
teşekkül ettirilmek:
mey-
dana getirilmek, şekillendiril-
mek.
zahirî:
görünen; dışa ait.
zerrat:
zerreler, atomlar, en
küçük parçalar.
zerrat-ı vücudiye:
vücudun
zerreleri, parçacıkları, atomları.
zerre:
en küçük parça; atom.