bir zerre gibi küçük bir mahlûk olan insanın, fihris-
tiyet ve o intisap cihetiyle, ağzından çıkan “Allahü
ekber” sedası, küre-i arzın büyük bir “Allahü ek-
ber”i hükmüne geçtiğini, hakkalyakîn bir beyan ile,
hakkın saadetini, imanın hüsn-i kemalini bilbedahe
izhar edip; dalâlet, şer, hasaret, dinin muhalifinde
olduğunu kat’î ispat eder.
ONUNCU NOta
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
314
Cenab-ı Hakkın nur-i marifetine yetişmek ve bak-
mak ve âyât ve şahitlerin âyinelerinde berahin ve
delillerin emarelerini görmek üç çeşit olup, bir kıs-
mı su gibi, ikinci kısmı hava gibi, üçüncü kısmı nur
gibi olup; takarrübün tarifini ve bu’diyetin vartaları-
nı beyan eder.
ON BİrİNCİ NOta
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
315
kur’ân-ı Mu’cizülbeyan’ın ifadesindeki şefkat ve
merhametin hikmetini, hem üslûb-i kur’âniyedeki
cezalet ve selâsetteki fıtrîliği gösterir.
ON İKİNCİ NOta
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
316
(1)
Gƒo
Jƒo
ªn
J r
¿n
G n
?r
Ñn
b Gƒo
Jƒo
e
kavl-i şerifine imtisalen,
(2)
l
Öj/
ôn
b m
ä'
G t
?o
c
sırrıyla mevtin ve kabrin mahiyetini
gösterip, serkeş nefs-i emmarenin dizginini çeker.
Hem, kısa bir ömür ve muvakkat bir hayatta, bu
acip asırda, saadet-i ebediyeye en yarayışlı amel ve
en makbul hizmet ve en devamlı sevap “imanın tak-
viyesine medar, risale-i nur talebelerinin tarzında,
ulûm-i imaniyeye çalışmak” olduğunu beyan eden
f
iHriST
| 1018 | Lem’aLar
acip:
acayip, hayret verici.
allahü ekber:
Allah en büyük ve
en yücedir.
amel:
fiil, iş.
âyât:
ayetler, deliller.
âyine:
ayna.
berahin:
bürhanlar, güçlü deliller
beyan etmek:
açıklamak, anlat-
mak.
beyan:
açıklama, izah etme.
bilbedahe:
apaçık bir şekilde.
bu’diyet:
uzaklık.
Cenab-ı Hak:
doğru, gerçek, Hak-
kın tâ kendisi olan, şeref ve aza-
met sahibi yüce Allah.
cezalet:
güzel ifade; söylenişi sert
ve yumuşak olan kelimeleri ko-
nuya ve yerine uygun olarak söy-
leme hâli.
cihet:
yön.
dalâlet:
hak ve hakikatten, doğru
yoldan sapma.
dizgini çekmek:
aşırı davranışlara
engel olmak.
emare:
işaret, belirti, iz.
fihristiyet:
bir şeyin içinde bulu-
nanları sırayla gösteriş listeleniş.
fıtrî:
fıtrata, yaratılışa uygun.
hakkalyakîn:
yaşayarak bilme,
bilginin en kesin hâli.
hasaret:
zarar, kayıp.
hikmet:
fayda, gaye, gizli sebep.
hükmüne:
yerine, değerine.
hüsn-i kemal:
kusursuz, üstün gü-
zellik; mükemmelliğin güzelliği.
ifade:
anlatım, anlatış şekli.
iman:
inanma, inanç, itikat.
imtisalen:
uyarak, uygun hareket
ederek.
intisap:
bağlanma.
ispat etmek:
doğruyu delil göste-
rerek meydana koymak.
izhar etmek:
ortaya koymak, gös-
termek.
kabir:
mezar.
kat’î:
kesin.
kavl-i şerif:
şerefli söz.
Kur’ân-ı mu’cizülbeyan:
açıkla-
malarıyla akılları benzerini yap-
maktan âciz bırakan Kur’ân
küre-i arz:
yer küre, dünya.
mahiyet:
bir şeyin aslı, iç yüzü;
nitelik, özellik.
mahlûk:
yaratılmış, yaratık.
makbul:
kabul edilmiş, geçerli.
medar:
sebep, vasıta, vesile.
merhamet:
acıma, şefkat gös-
terme, koruma, iyilik etme.
mevt:
ölüm.
muvakkat:
geçici, vakitli.
nefs-i emmare:
insanı kötülüğe
sürükleyen nefis.
nur:
aydınlık, ışık.
nur-i marifet:
Allah’ı tanıtan, isim
ve sıfatları hakkında bilgi veren
ilimden doğan nur.
saadet:
mutluluk.
saadet-i ebediye:
sonsuz
mutluluk.
seda:
ses.
selâset:
sözün akıcı olma hâli,
ifadedeki açıklık, kolaylık ve
akıcılık.
serkeş:
asi, itaat etmeyen, dik
kafalı.
sevap:
hayır. İlâhî mükâfatı
kazandıran işler.
sır:
gizli hakikat; bir şeyin dik-
kat, tecrübe, yetenek ve sezgi
yardımıyla kavranabilen en
zor ve ince yönü.
şefkat:
karşılıksız sevme,
acıma, merhamet etme.
şer:
kötülük.
takarrüp:
yakınlaşma; Allah’a
yakınlık.
takviye:
destekleme, kuvvet-
lendirme.
tarz:
metot, usul, şekil.
ulûm-i imaniye:
iman ilimleri.
üslûb-i Kur’âniye:
Kur’ân’ın
anlatım şekli.
varta:
tehlike, uçurum.
zerre:
en küçük parça; atom.
1.
Gerçek ölümü tatmadan önce, nefsin arzularını terk etmek suretiyle kendinizi ölmüş bili-
niz. (Keşfü’l-Hafa, 2:291.)
2.
Gelmesi muhakkak olan her şey, uzak da olsa yakındır. (İbniMâce, Mukaddime: 7:46; Fey-
zü’l-Kadîr, 2:178.)