Bu ışıktır, seni şiddetle alâkadar etmişti. Ve bu nurdur ki,
eskide de tahayyül ve tahminin ile geniş dairede, belki si-
yaset âleminde gelecek mes’udâne ve dindarâne hâletle-
rin ve vaziyetlerin mukaddemesi ve müjdecisi iken, bu
muaccel ışığı o müeccel saadet tasavvur ederek eski za-
manda siyaset kapısıyla onu arıyordun.
“evet, otuz sene evvel bir hiss-i kablelvuku ile hisset-
tin. Fakat nasıl kırmızı bir perde ile siyah bir yere bakıl-
sa karayı kırmızı görür; sen dahi doğru gördün, fakat
yanlış tatbik ettin. siyaset cazibesi seni aldattı.”
ì®í
‡
20
·
(2)
/
?p
ó r
ªn
ë
p
H
o
íu
Ñ°n
ùo
j s
’p
G m
A r
Àn
T r
øp
e r
¿p
Gn
h
(1)
@ /
¬p
ªr
°SÉp
H
p
?p
FÉn
bn
O p
än
ôp
°TÉn
Y p
On
ón
©p
H o
¬o
JÉn
c n
ôn
Hn
h $G o
án
ª r
Mn
Qn
h r
ºo
µ` r
«n
?n
Y o
?n
Ó° s
ùdn
G
(3)
n
Ú/
e'
G @ p
In
ôp
N'
’r
Gn
h Én
«`r
ft
ódG p
‘ r
ºo
cp
ôr
ªo
Y
Aziz, Sıddık Kardeşlerim ve Hizmet-i Kur’âni-
yedeMuktedir, KuvvetliArkadaşlarım!
Bu defa me’mulüm fevkındeki kaleminizle manevî he-
diyeniz ispat etti ki, ihtiyar, zayıf, âciz bir said yerine
genç, kavi, iktidarlı çok said’ler sizlerde vardır. Aynı ruh,
aynı ifade, aynı iman… Hadsiz şükür ve sena olsun ki,
rabb-i rahîm sizleri
Risale-i Nur
’a hâmî, naşir, sahip,
şakirt eylemiş. Bizlere pek çok ağır müşkülât içinde kud-
sî hizmete muvaffakıyet ihsan etmiş. zaman ve zemin,
âciz:
zayıf, güçsüz.
alâkadar:
ilgili, ilişki.
aziz:
izzetli, muhterem, saygın.
cazibe:
cezp edicilik, çekicilik.
dindarâne:
dindar bir kimseye
yakışacak tarzda.
evvel:
önce.
fevkinde:
üstünde.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hâlet:
hal, durum.
hamî:
himaye eden, koruyan, gö-
zeten.
hiss-i kablelvuku:
Bir şeyi vuku-
undan önce hissetme, bir hâdise-
nin gerçekleşmesinden önce kal-
be doğması.
hizmet-i Kur’âniye:
Kur’ân hiz-
meti.
ihsan:
bağışlama, ikram etme, lü-
tuf.
iktidar:
güç yetme, bir işi gerçek-
leştirmek için gereken kuvvet.
iman:
inanç, itikat.
kavi:
kuvvetli, güçlü.
kudsî:
mukaddes, yüce.
manevî:
manaya ait, maddî ol-
mayan.
me’mul:
umulan, ümit edilen,
beklenilen.
mes’udâne:
mutlu bir şekilde,
saadet içerisinde.
muaccel:
mühletsiz, vadesiz, pe-
şin.
mukaddeme:
başlangıç, giriş.
muktedir:
iktidarlı, gücü yeten.
muvaffakıyet:
başarma, başarılı
olma.
müeccel:
tecil edilmiş, sonraya
bırakılmış, ertelenmiş.
müşkülât:
müşküller, güçlükler,
zorluklar.
naşir:
eser, neşreden, yayınlayan,
dağıtan.
nur:
aydınlık, parıltı, ışık.
Rabb-i Rahîm:
şefkat ve merha-
met sahibi olan Cenab-ı Hak.
Risale-i nur:
Nur Risalesi, Be-
diüzzaman Said Nursî’nin
eserlerinin adı.
ruh:
dirilik kaynağı, hayatın
temeli ve sebebi olan manevî
varlık.
saadet:
mutluluk.
sena:
methetme, övme.
sıddık:
çok doğru, dürüst,
hakkı ve hakikati tereddütsüz
kabullenen.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şükür:
Allah’ın nimetlerine
karşı memnunluk gösterme,
gerek dil ile gerekse hal ile
Allah’ı hamd etme.
tahayyül:
hayale getirme,
hayalinde canlandırma.
tasavvur:
bir şeyi zihinde şe-
killendirme, düşünme.
tatbik:
uydurma, uygulama.
vaziyet:
durum.
zaif:
zayıf.
zemin:
yer.
1.
Allah’ın adıyla.
2.
Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp Onu tesbih etmesin. (İsra Suresi: 44.)
3.
Allah’ın selâmı, rahmeti ve berekâtı dünya ve ahiret hayatınızın dakikalarının aşireleri ade-
dince üzerinize olsun. Âmin.
| 50 | K
astamonu
L
âhiKası