Bir medet, bir yardım için müsterhimâne tabiata ve ana-
sıra baktığı vakit, kasavet-i kalble, merhametsizlikle kar-
şılaşır. ecram-ı semaviyeden istimdat etmek üzere başını
havaya kaldırır; o ecram, atom bombaları gibi dehşetli
ve heybetli hâlleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü
yumar, başını eğer, düşünmeye başlar. Bakar ki hayatî
hacetleri bağırıp çağırmaya başlarlar. Bütün bütün te-
vahhuş ederek, hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica
eder. Bakar ki, vicdanı binler âmâl (emeller) ve emânî ile
dolu gürültülerinden cinnet getirecek bir hâle gelir.
Acaba, hiçbir cihetten hiçbir teselli çaresini bulama-
yan o zavallı şahıs, mebde ile meadı, sâni ile haşri itikat
etmezse, onun o vaziyetinden cehennem daha serin ol-
maz mı?
evet, o bîçare, havf ve heybetten, acz ve ra’şetten,
vahşet ve gönül darlığından, yetimlikle me’yusiyetten
mürekkep bir vaziyet içinde olup, kudretine bakar; kud-
reti âciz ve nakıs. Hacetlerine bakar; defedilecek bir du-
rumda değildir. Çağırıp yardım istese, yardımına gelen
yok. Her şeyi düşman, her şeyi garip görür. dünyaya
geldiğine bin defa nedamet eder, lânet okur.
Fakat, o şahsın, sırat-ı müstakime girmekle kalbi ve
ruhu nur-i imanla ışıklanırsa, o zulmetli evvelki vaziyeti
nuranî bir hâlete inkılâp eder. Şöyle ki:
o şahıs, hücum eden belâları, musibetleri gördüğü za-
man, Cenab-ı Hakka istinat eder, müsterih olur.
hâle geçme, değişme, dönüşme.
istimdat:
medet dileme, imdat is-
teme, yardıma çağırma.
istinat:
dayanma, güvenme.
itikat:
kesin inanma, iman.
kasavet-i kalb:
kalb katılığı, mer-
hametsizlik.
kudret:
güç, kuvvet, takat, iktidar.
lânet:
beddua.
me’yusiyet:
ümitsizlik.
mead:
dönülecek yer, en son
gidilecek, sığınılacak olan.
mebde:
evvel, baş, başlama, baş-
langıç.
medet:
inayet, yardım, imdat.
musibet:
felâket, belâ.
mürekkep:
den oluşmuş, -den ol-
ma.
müsterhimâne:
istirham edene
yakışır şekilde, yalvararak, merha-
met dileyerek.
müsterih:
bütün kaygılardan kur-
tulup gönlü rahata kavuşan, içi ra-
hat, kaygısız.
nakıs:
noksan, eksik.
nedamet:
pişmanlık.
nuranî:
nurlu, ışıklı, parlak, mü-
nevver.
nur-i iman:
iman nuru, Allah’ın
varlığına, yaratıcılığına inanmada-
ki gönül, kalb ve fikir aydınlığı.
ra’şet:
titreme, titreyiş, ürperti.
ruh:
insandaki canlılığın ve dirili-
ğin, iradeyle ilgili ve irade dışı ha-
reketlerin ve idrak kabiliyetinin
kaynağı, nefs.
Sâni:
her şeyi sanatlı olarak yara-
tan Allah.
sırat-ı müstakim:
hak yol, Allah’ın
gösterdiği hidayet yolu.
tabiat:
yaratılış eseri olan her şey,
yaratılmış olan şeylerin tamamı.
teselli:
avutma, acısını dindirme.
tevahhuş:
korkulu bir şekilde
emin olmayarak bakma.
vahşet:
ıssız yerlerde duyulan
korku.
vaziyet:
durum.
vicdan:
iyiyi kötüden, hayrı şer-
den ayırt etmeye yardımcı olan
ahlâkî duygu.
yetim:
tek, yalnız, kimsesiz.
zulmet:
karanlık, Allah’ın nurun-
dan mahrum olma hâli.
İşaratü’l-İ’caz | 53 |
f
aTiha
S
ureSi
âciz:
eli yetmez, gücü yetmez,
güçsüz.
acz:
zayıflık, güçsüzlük.
âmâl:
emeller, arzular, istek-
ler.
anasır:
elemanlar, unsurlar,
kısımlar, parçalar.
belâ:
musibet, gam, keder,
afet, sıkıntı.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
cenab-ı Hak:
Allah; doğru,
gerçek, Hakkın tâ kendisi olan,
şeref ve azamet sahibi yüce
Allah.
cihet:
yan, yön, taraf.
cinnet:
çılgınlık, davranış bo-
zukluğu.
defetme:
ortadan kaldırma,
yok etme, giderme.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
ecram:
kütleler, cansız cisim-
ler; gezegenler.
ecram-ı semaviye:
gök cisim-
leri, yıldızlar, gezegenler.
emânî:
niyetler, duygu ve di-
lekler.
evvel:
önce gelen, önceki.
garip:
kimsesiz, zavallı.
hacet:
insanın muhtaç olduğu
şey.
hâl:
durum, vaziyet.
hâlet:
hâl, durum.
haşir:
yeniden dirilip toplan-
mak, ikinci diriliş.
havf:
korku, korkma.
hayatî:
hayat için mecburî
olan, yaşamak için gerekli
olan.
heybet:
korkuyla birlikte hür-
met, saygı ve hayranlık uyan-
dıran ululuk, yücelik, haşmet.
hücum:
saldırma.
iltica:
sığınma, güvenme, da-
yanma.
inkılâp:
bir hâlden diğer bir