2. Beşerin hilâfete olan sırr-ı liyakati, melâikece meç-
hûl, Hâlıkça malûmdur.
3. Beşerin onlara tercih hakkını veren hikmet, melâ-
ikece meçhuldür.
4.
(1)
s
¿p
G
’nin ifade ettiği tahkik, bazen sarih hükme de-
ğil, cümlenin bir kaydından istifade edilen zımnî bir hük-
me raci olur. Burada
s
¿p
G
’nin tahkiki,
(2)
n
¿ƒo
ª n
? r
©n
J n
’
kaydın-
dan istifade edilen hükm-i zımnîye racidir. Yani, “sizler,
muhakkak bilmiyorsunuz.”
Ve keza Allah’ın ilmi lâzım, beşerin vücudu melzum-
dur. Bu cümlede ilm-i İlâhînin vücuduna delâlet eden
(3)
o
º n
? r
Yn
G
’den, beşerin vücuda geleceği tebarüz eder. Çün-
kü
o
º n
? r
Yn
G
’nün delâletine göre, ilm-i İlâhî taallûk ve tahak-
kuk etmiştir. öyle ise beşerin vücudu herhâlde olacaktır.
Melâikeye verilen o icmalî cevabın tahkiki hakkında
(4)
l
º«/
µ
n
M l
º«/
?n
Y %G s
¿
p
G
ayetinden şöyle bir izahat alınabilir ki:
Cenab-ı Hakkın ef’ali hikmetlerden, maslahatlardan
hâlî değildir. öyle ise, mevcudat, halkın malûmatında
münhasır değildir. öyle ise, melâikenin adem-i ilimleri,
beşerin adem-i vücuduna delil olamaz.
Ve keza, Cenab-ı Hak, hayr-ı mahz olarak melâikeyi
yaratmıştır, şerr-i mahz olarak da şeytanı yaratmıştır,
lanma.
izahat:
izahlar, açıklamalar.
keza:
böylece, aynı şekilde.
malûm:
bilinen, bilinir olan.
malûmat:
bilgiler, bilinen şeyler.
maslahat:
uygun iş, faydalı iş.
meçhul:
bilinmeyen, hakkında bil-
gi olmayan.
melâike:
melekler.
melzum:
lüzumlu kılınmış, bir
şeyden meydana gelen, bir şeyin
icabı olan, birbirinden ayrılmama-
sı gereken.
mevcudat:
mevcutlar, var olan
her şey, mahlûklar.
münhasır:
mahsus, ait, yönelik.
raci:
dair, ait, alâkası olan.
sarih:
açık, aşikâr.
şerr-i mahz:
tamamen kötülük,
iyi tarafı hiç olmayan; zararı, fena-
lığı yüzde yüz olan şer ve musi-
bet.
taallûk:
alâkalı, münasebetli ol-
ma.
tahakkuk:
gerçekleşme, olma;
delil ile ispat edilme, kesinleşme.
tahkik:
inceleme, araştırma.
tebarüz:
belli olma, görünme, ba-
riz hale gelme.
zımnî:
üstü kapalı, dolayısıyla an-
latılan.
ayet:
Kur’ân cümlesi.
beşer:
insan, insanlık.
delâlet:
delil olma, gösterme;
alâmet, işaret.
delil:
kanıt, tanık, bürhan.
ef’al:
fiiller, işler.
Hâlık:
yoktan yaratan, her şe-
yi yoktan var eden, yaratıcı;
Allah.
hâlî:
boş, bir şeyden uzak,
müstesna.
hayr-ı mahz:
mutlak hayır,
hayrın ta kendisi.
hikmet:
İlahî gaye, yüksek bil-
gi, fayda.
hilâfet:
halifelik, Allah adına
ve yine Onun izniyle yaratıl-
mışlar üzerinde çeşitli tasar-
ruflarda bulunma.
hükm-i zımnî:
bir ifade veya
bir hâdisede açıkça değil zım-
nen ulaşılan hüküm, sonuç.
hüküm:
karar, emir.
icmalî:
kısaca, topluca, tafsil-
siz, toplu, kısa.
ilm-i İlâhî:
Allah’ın ilmi.
istifade:
faydalanma, yarar-
1.
Muhakkak ki.
2.
Bilmiyorsunuz. (Bakara Suresi: 30.)
3.
Biliyorum. (Bakara Suresi: 30.)
4.
Muhakkak ki Allah her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yapar. (Tevbe Suresi: 28.)
İşaratü’l-İ’caz | 417 |
m
elâikeYe
i
man