konuşursa, çocuğun zihnini okşamış olur. Çocuğun feh-
mi, onun çat pat söylediği sözlerle ünsiyet peyda eder,
söylediklerini dinler ve anlar. Aksi hâlde, o insanla o ço-
cuk arasında bir malûmat alışverişi olamaz. Allah ile be-
şer arasındaki ahz ve itâlar da böyledir. eğer Cenab-ı
Hak beşere itâ edeceği malûmatı beşerin terazisiyle tar-
tıp vermezse, beşer kat’iyen ne bakar ve ne de alır. Çün-
kü, beşer ancak alışmış olduğu terazisinin dilinden anlar,
bu fennî terazilerin dilinden anlamaz.
Sual:
Hakikaten, eşyanın hakareti hısseti kudretin
azametine, kelâmın nezahet ve nezaketine münafidir?
Cevap:
Bazı şeylerde veya işlerde görünen hakaret,
çirkinlik, eşyanın mülk cihetine aittir. Yani dış yüzüne
nazırdır ve bizim nazarımızda öyle görünür. Ve bunun
için, eşya ile Yed-i kudret arasına perde olarak esbab-ı
zahiriye vaz edilmiştir ki, sathî nazarımızda Yed-i kudre-
tin o gibi eşya ile mübaşereti görünmesin. Fakat melekût
ciheti, yani iç yüzü ise şeffaf ve yüksektir. kudretin taal-
lûk ettiği bu cihette hiçbir şey kudretin taallûkundan ha-
riç değildir.
evet, azamet-i İlâhiye esbab-ı zahiriyenin vaz’ını iktiza
ettiği gibi, vahdet ve izzet-i ilâhiye de kudretin bütün
eşyaya şümulünü ve kelâmın her şeye ihatasını iktiza
ederler.
Maahaza, bir zerre üstünde zerrelerle yazılan bir
kur’ân, sahife-i semada yıldızlarla yazılacak kur’ân’dan
hüsünde (güzellik) aşağı değildir.
mülk:
sahip olunan, üzerinde ta-
sarruf hakkı bulunan her şey.
münafi:
zıt, aykırı.
nazar:
bakış, dikkat.
nazır:
nazar eden, bakan.
nezahet:
nezihlik, temizlik, paklık.
peyda:
kurma, sağlama.
sahife-i semaviye:
gök sayfası.
sathî:
yüzeysel.
sual:
soru.
şeffaf:
saydam.
şümul:
içine alma, kapsam.
taallûk:
alâkalı, münasebetli ol-
ma.
terazi:
muvazene, denge.
ünsiyet:
alışkanlık, ülfet, dostluk.
vahdet:
birlik ve teklik.
vaz’:
yaratma, var etme; koyma
yerleştirme.
Yed-i Kudret:
kudret eli, her şeyi
tutan Allah’ın kudret eli.
zerre:
en küçük parça, molekül,
atom.
İşaratü’l-İ’caz | 347 |
k
ur
’
ân
’
ın
i
fadeSindeki
i’
caz
ahz:
alma, alınma.
aksi:
ters, zıt.
azamet:
büyüklük, ululuk, yü-
celik.
azamet-i İlâhiye:
Allah’ın bü-
yüklüğü.
beşer:
insan, insanlık.
cenab-ı Hak:
Allah; doğru,
gerçek, Hakkın tâ kendisi olan,
şeref ve azamet sahibi yüce
Allah.
cihet:
yan, yön, taraf.
esbab-ı zahiriye:
görünürde-
ki sebepler.
fehim:
anlama, anlayış, kavra-
yış.
fennî:
fenne mensup, fenle il-
gili olan.
hakaret:
küçüklük, horluk.
hakikaten:
doğrusu, gerçek-
ten.
hariç:
dışında.
hısset:
alçaklık.
ihata:
kuşatma, içine alma.
iktiza:
gerek, lüzum.
itâ:
verme, bahşetme, ihsan
etme.
itâ:
verme, bahşetme, ihsan
etme.
izzet-i İlâhiye:
Cenab-ı Hakkın
sonsuz izzeti, yüce şerefi.
kat’iyen:
kat’î olarak, kesin
olarak, kesinlikle.
kelâm:
söz, lâfız.
kudret:
Allah’ın bütün varlığı
çevreleyen ezelî kuvveti.
maahaza:
bununla birlikte,
böyle olmakla beraber.
malûmat:
bilgiler, bilinen şey-
ler.
melekût:
bir şeyin iç yüzü,
hakikati, aslı.
mübaşeret:
bir işe başlama,
girişme, tutuşma, bulaşma, te-
mas.