İşte o boş kafalılar, bu noktalara istinaden, Cenab-ı
Hakkı da insanlara kıyas ederek diyorlar ki: “Allah, celâl
ve azametiyle insanların konuştukları gibi nasıl insanlar-
la tekellüm etmeye tenezzül eder? Ve bu cüz’î ve hakir
şeylerden nasıl bahseder? Azametine yakışır mı?”
Acaba o süfeha takımı, Allah’ın iradesi, ilmi kudreti gi-
bi sair sıfatlarının da küllî, umumî, şamil, muhit oldukla-
rını bilmezler mi? Ve yine bilmezler mi ki, Cenab-ı Hak-
kın azametine mikyas, ancak mecmu âsârıdır; yalnız bir
eser mikyas olamaz! Ve yine bilmezler mi ki, Cenab-ı
Hakkın tecellisine mizan olacak, kâffe-i kelimatıdır ki,
eşcar kalem, denizler mürekkep olsa, o kelimatı yazıp
bitiremezler.
(HaşİYe)
Meselâ, şems akıl, ihtiyâr ve irade
HaşİYe:
Bu mealdeki ayette bir mübalâğa, bir müzayede görünür. Fa-
kat, hakikate, vakıa bakılırsa, ziyadelik yoktur. Çünkü, kelime, bir ma-
nayı ifade eden şeye denir. Amma nahvîlerin
lâfız
ile takyit ve tahsis et-
tikleri, onlara mahsus bir ıstılahtır. evet, biri kàl, diğeri hâl olmak üzere
iki lisan vardır. lisan-ı kàlin kelimatı elfaz ise, lisan-ı hâlin kelimatı da
ahvaldir. Binanaleyh, kudsî şairin
(1)
l
ó p
MGn
h o
¬ s
f n
G '
¤n
Y t
?o
ón
J l
á n
j'
G o
¬n
d m
A r
Àn
T u
?o
c
?/
an
h
dediği gibi, “
Kitab-ıkebir-ikâinattayaratılanherhangibirşeyHâlık’ın
azametinedelâletedenbirkelime-ihâliyedir
.” eşcar ile denizler, kâinat
kitabında mevcut kelimat-ı hâliyelerin yazılmasına kâfi geldiği takdirde,
o denizlerin katreleri, o ağaçların zerreleri birer hâlî kelime olduğundan,
onların da yazılması için mürekkep, kalem lâzımdır. öyle ise, onlar için
de onlar kadar başka eşcar ve denizler lâzımdır. Ve hakeza, herbir
birincinin katreleri ve kelimatı yazıldıktan sonra, ona da onun kadar
ikinci bir takım eşcar ve denizler lâzımdır. Hâl böylece ilâgayri’n-nihaye
teselsül eder gider. Cenab-ı Hakkın kelimatı, yani Cenab-ı Hakkın
azametine delâlet eden kelimat-ı hâliyesi bitmez. demek hakikatte
(2)
Gk
On
ón
e /
¬p
?r
ãp
Ãp
Én
æ`r
Äp
L r
ƒn
dn
h »
u
Hn
Q o
äÉn
ªp
?n
c n
ón
Ør
æn
J r
¿n
G
ayetinin ifade ettiği manada hiçbir
cihetle mübalâğa, müzayede yoktur, belki tenakus vardır.
MütercimAbdülmecid
ahval:
hâller, durumlar.
âsâr:
eserler.
ayet:
Kur’ân cümlesi.
azamet:
büyüklük, ululuk, yüce-
lik.
binaenaleyh:
bundan dolayı, bu-
nun üzerine.
celâl:
sonsuz büyüklük, haşmet,
ululuk, yücelik ve haşmet sahibi
olan Allah.
cenab-ı Hak:
Allah; doğru, gerçek,
Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve
azamet sahibi yüce Allah.
cihet:
yön, sebep, vesile.
cüz’î:
küçük, az.
delâlet:
delil olma, gösterme; alâ-
met, işaret.
elfaz:
lâfızlar, kelimeler.
eşcar:
ağaçlar.
hakeza:
böylece, bunun gibi.
hakir:
aşağı, adî, itibarsız.
hâl:
durum, vaziyet.
Hâlık:
yoktan yaratan, her şeyi
yoktan var eden, yaratıcı; Allah.
hâlî:
hal ve vaziyet ile ilgili.
haşiye:
dipnot.
ıstılah:
deyim, tabir.
ihtiyâr:
yaşlı.
ilâgayri’n-nihaye:
sonsuza dek,
sonsuza kadar, ebedî olarak.
irade:
dileme, isteme, bir şeyi ya-
pıp yapmama konusunda için
olan iktidar, güç.
istinaden:
istinat ederek, dayana-
rak.
kâffe-i kelimat:
kelimelerin hep-
si, bütünü.
kâfi:
yeterli.
katre:
damla.
kelimat:
kelimeler, sözler.
kelime-i hâliye:
hâl ile ilgili keli-
me, tavırla ifade edilen kelime,
durumun anlattığı mana.
kıyas:
karşılaştırma, bir şeyi baş-
ka bir şeye benzeterek hüküm
verme.
kitab-ı kebir-i kâinat:
büyük kâi-
nat kitabı.
kudret:
güç, kuvvet, iktidar.
kudsî:
mukaddes, yüce.
küllî:
bütüne ait olan, umumî, ge-
nel.
lâfız:
söz, kelime.
lisan:
dil.
lisan-ı hâl:
hâl dili, bir şeyin duru-
şu ve görünüşü ile bir mana ifade
etmesi.
lisan-ı kàl:
söz ile anlatılan mana,
konuşma dili.
mana:
anlam.
meal:
mana, anlam, mefhum.
mecmu:
toplam, tüm.
mikyas:
ölçek.
mizan:
ölçü, denge.
muhit:
ihata eden, kuşatıcı.
mübalâğa:
bir işi, bir şeyi çok bü-
yütme, abartma.
mürekkep:
yazı yazmak, desen
çizmek veya basmak için kullanı-
lan, türlü renklerde sıvı mad-
de.
müzayede:
artırma, ziyade-
leştirme.
nahvî:
nahiv ilmiyle alâkalı,
sentaksla ilgili.
sair:
diğer, başka, öteki.
süfeha:
sefihler.
şamil:
içine alan, kapsayıcı.
şems:
güneş.
tahsis:
has kılma, ayırma.
takyit:
kayıt ve şarta bağla-
ma.
tecelli:
İlâhî kudret ve sırların
insanlarda ve nesnelerde gö-
rünmesi, Cenab-ı Hakkın güzel
isimlerinin kâinatta ve insan-
larda zahir olması.
tekellüm:
söyleme, konuşma.
tenezzül:
kendine aykırı dü-
şen bir işi veya durumu kabul
etme, alçalma.
teselsül:
zincirleme, silsile hâ-
linde birbirini takip etme.
vakıa:
olay.
zerre:
en küçük parça, mole-
kül, atom.
ziyade:
fazlalık.
1.
Meşhur Arap şairlerinden İbnü’l-Mu’tez’in bir mısraı.
2.
[Denizler mürekkep olsa,] hatta bir o kadarını daha getirip ilâve etsek, Rabbimin sözleri tü-
kenmeden o denizler tükenirdi. (Kehf Suresi: 109.)
B
akara
S
ureSi
| 344 | İşaratü’l-İ’caz