eline geçtikçe, yarısını ihtiyaten muhafaza et; yani, gide-
ceğin yerde sana lâzım olacak bazı şeyleri al.”
Baktım, nefsim razı olmuyor. “üçte birisini” dedi; ona
da nefsim itaat etmedi. sonra “dörtte birisini” dedi.
Baktım; nefsim müptelâ olduğu âdetini terk edemiyor. o
adam hiddetle yüzünü çevirdi, gitti.
Birden, o hâl değişti. Baktım ki, ben tünel içinde su-
kut eder gibi bir sür’atle giden bir şimendifer içindeyim.
telâş ettim. Fakat ne çare ki hiçbir tarafa kaçılmaz. ga-
raipten olarak o şimendiferin iki tarafında pek cazibedar
çiçekler, leziz meyveler görünüyordu. Ben de akılsız ace-
miler gibi onlara bakıp elimi uzattım, o çiçekleri kopar-
mak, o meyveleri almak için çalıştım. Fakat o çiçekler ve
meyveler, dikenli mikenli; mülâkatında elime batıyor, ka-
natıyor, şimendiferin gitmesiyle müfarakatından elimi
parçalıyorlar, bana pek pahalı düşüyorlardı.
Birden, şimendiferdeki bir hademe, dedi: “Beş kuruş
ver; sana o çiçek ve meyvelerden istediğin kadar verece-
ğim. Beş kuruş yerine, elin parçalanmasıyla, yüz kuruş
zarar ediyorsun. Hem de, ceza var; izinsiz koparamaz-
sın.”
Birden, sıkıntıdan ne vakit tünel bitecek diye başımı çı-
karıp ileriye baktım, gördüm ki, tünel kapısı yerine çok
delikler görünüyor. o uzun şimendiferden, o deliklere
adamlar atılıyorlar. Bana mukabil bir delik gördüm; iki
tarafında iki mezar taşı dikilmiş. Merak ile dikkat ettim,
o mezar taşında, büyük harflerle “said” ismi yazılmış
Hidayet ve dalâlet Mukayeseleri
| 137 |
Y
irmi
ü
çünCü
S
öz
cazibedar:
çekici.
garaip:
tuhaf, şaşılacak şey.
hademe:
hizmetçi.
hâl:
durum.
hiddet:
öfke.
ihtiyat:
ilerisini düşünerek
davranma.
itaat:
uyma, dinleme.
leziz:
lezzetli.
muhafaza:
saklama.
müfarakat:
ayrılma, ayrılık.
mülâkat:
kavuşma, birleşme.
müptelâ:
düşkün, bağımlı.
nefis:
kişi kendisi, arzu ve iste-
ği.
sukut:
düşme, alçalma.
sür’at:
hız.
şimendifer:
tren.
vakit:
zaman.