izdivacından tevellüt etmiş, güya dıyk-i Arş, marifet-i sâ-
ni’den tarik-ı ilham ile sedasını işitmiş bir dıykü’s-sabah
gibi bu inkılâb-ı azîmin sabah-ı infilâkına ezhan-ı nâime-
yi siyahıyla ikaz ediyordu. Bu cevabın mebdei ve meadı,
yani mevzu ve gayetin celâleti ve sailin ehemmiyeti sair
kusurları setredeceğini ümit ediyorum.
Bintü’l-fikrin cihazı, üslûb-i gariptir ve mihr-i muacce-
li de dikkattir. Ve hem de birinci tecrübe, birinci inşa, bi-
rinci telif olduğundan noksanı ve iğlâkı tabiîdir. Hem de
uzun cümlelerle söylemişim; tâ ki hakikatin sureti parça-
lanmasın ve hakikatin etrafında daire çekmekle mahsur
bırakmaktır.
eğri tutmadım, elinize vermedim. siz dikkatinizle tutu-
nuz. zaman-ı salifte şuara divanlarından hüsnünü, bir
çok ulema dibace-i teliflerinden, “Hulefa-i raşidînin
mesleğinden olmayan” bir şahs-ı hâkime mehasin-i mil-
leti gaspen ona vermek ve ondan neş’et ettiği gibi ıtraî
medihle istibdada kuvvet vermişlerdi. Ve mesavi-i istib-
dadı dahi nâkabil-i def’ gördüklerinden, zaman ve feleği
hedef ederek şikâyat ve itirazatın okları daima manası te-
siriyle malûm ve lâfzı meçhul olan istibdada atarlardı.
Meşrutiyet-i şer’iye altında olan adalet-i mahz, ancak ef-
lâtun-i İlâhînin mehasin-i hakikiye-i medeniyetin misal-i
müşahhası göstermek istediği medine-i fazılasında ihti-
mal verebilirlerdi. Ben isem, o def’i muhal gördükleri is-
tibdadı yıkmakla ve muhal-i adî gördükleri medine-i fazı-
lanın esasını atmakla meşgul olan bir ehl-i asrın efradı ol-
duğumdan, o âdete muhalefet ettim.
izdivaç:
evlilik.
mahsur:
hasredilmiş, sınırlanmış.
malûm:
bilinen, bilinir olan.
marifet-i sâni:
sanatkârı (Allah) ta-
nıma, bilme.
mead:
hedef, varacağı yer.
mebde:
başlangıç.
meçhul:
bilinmeyen, hakkında bil-
gi olmayan.
medine-i fazıla:
erdemli şehir.
mehasin-i hakikiye-i medeniyet:
medeniyetin gerçek güzellikleri.
mehasin-i millet:
milletin iyilikleri.
mesavi-i istibdat:
istibdadın fena-
lıkları, kötülükleri.
meşrutiyet-i şer’iye:
şer’î meşru-
tiyet, dine dayalı meşrutiyet.
mevzu:
konu.
mihr-i muaccel:
peşin olarak veri-
len mihir.
misal-i müşahhas:
açıkça görü-
nen misal, açıkça görünen örnek.
muhal:
imkânsız.
muhalefet:
uygun olmama, ayrı-
lık; zıtlık.
muhal-i adî:
gerçekleşmesi im-
kânsız, ütopya.
nâkabil-i def’:
uzaklaştırılması
mümkün olmayan.
neş’et:
meydana gelme, oluşma,
çıkma.
sabah-ı infilâk:
karanlıkları dağı-
tan sabah.
sail:
soran, isteyen.
setr:
örtme, kapama, gizleme.
sıyâh:
bağırmalar, haykırışlar.
suret:
biçim, tarz, görünüş.
şahs-ı hâkim:
hükmeden şahıs.
şikâyat:
şikâyetler, sızlanmalar.
şuara:
şairler.
tabiî:
tabiatı gereği, olağan, doğal.
tarik-ı ilham:
ilham yolu.
telif:
eser yazma.
tevellüt:
doğma, doğum.
ulema:
âlimler, bilginler.
üslûb-i garip:
hayret verici ifade
tarzı, tuhaf üslûp.
zaman-ı salif:
geçmiş zaman.
adalet-i mahz:
tam, gerçek ve
kusursuz adalet.
bintülfikir:
düşünce mahsulü.
celâlet:
büyüklük, ululuk, hey-
betlilik.
def:
kovma, uzaklaştırma.
dıyk-i arş:
Sidretü’l-Münte-
ha’da bulunan ve bağırtısıyla
cennetteki meleklere namaz
vakitlerini bildiren tavus şek-
linde bir melek.
dıykü’s-sabah:
sabah horozu.
dibace-i telif:
kitabın giriş bö-
lümü, ön söz.
divan:
eskiden yaşamış şairle-
rin şiirlerinin toplandığı kitap.
Eflâtun-i ilâhî:
sadece aklına
dayanarak Allah’ı bulmaya ça-
lışan felsefî ekole mensup
olan, Eflâtun.
efrat:
fertler.
ehl-i asır:
belirli bir yüzyılda
yaşayanlar.
ezhan-ı nâime:
uyuyan zihin-
ler.
felek:
talih, baht, kader.
gasben:
zorla, cebren.
gayet:
maksat.
Hulefa-i raşidîn:
doğru yolda
olan dört büyük halife. Hz. Ebu
Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz.
Ali.
hüsün:
güzellik.
ıtraî medih:
abartılı övgü.
iğlâk:
sözü karışık ve anlaşıl-
maz bir şekilde söyleme.
inkılâb-ı azîm:
büyük inkılâp,
büyük ve köklü değişiklik.
inşâ:
düz yazı, nesir.
istibdat:
baskı, baskıcı yöne-
tim, kendi başına ve hiç bir ni-
zama ve kanuna bağlı olma-
dan yönetme, keyfî idare sis-
temi.
itirazat:
itirazlar.
Eski said dönEmi EsErlEri
| 49 |
m
akalâT