öyle zaman olur ki, bir kelime bir orduyu batırır, bir
gülle otuz milyonun mahvına sebep olur; nasıl ki oldu da.
öyle şerait tahtında olur ki, küçük bir hareket insanı âlâ-
yıilliyyine çıkarır. öyle hâl olur ki, küçük bir fiil insanı es-
fel-i safilîne indirir.
Böyle kaziye-i mutlakada veya münteşire-i zamaniye-
de böyle hâller, büyük bir nükte için nazara alınır. Böyle
acip fertler ve acip zamanlar ve hâller mutlak müphem
bırakılır.
meselâ:
İnsanlarda velî, cumada dakika-i icabe, rama-
zanda leyle-i kadir, esmaü’l-Hüsnada İsm-i Azam, ömür-
de ecel meçhul kaldıkça, sair efrat dahi kıymettar kalır,
ehemmiyet verilir; taayyün ettikçe, sairleri rağbetten dü-
şer. Yirmi sene müphem bir ömür, nihayeti muayyen bin
seneye müreccahtır. zira vehim, ebediyete ihtimal verdi-
ğinden, müphemde nefsi kandırır. Muayyende ise, yarısı
geçtikten sonra darağacına tedricen takarrüp gibidir.
Tembih:
Bazı âyât ve ehadis vardır ki, mutlakadır; kül-
liye telâkki edilmiş. Hem öyleler vardır ki, münteşire-i
muvakkatadır; daime zannedilmiş. Hem mukayyet var;
âmm hesap edilmiş.
Meselâ, demiş: “Bu şey küfürdür.” Yani o sıfat iman-
dan neş’et etmemiş, o sıfat kâfiredir. o haysiyetle, “o
zat küfür etti” denilir. Fakat mevsufu ise masume ve
imandan neş’et ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da
haize olan başka evsafa malik olduğundan o zat kâfirdir
mek.
kıymettar:
kıymetli.
küfür:
inançsızlık.
küfür etmek:
Allah’ın varlığına,
birliğine inanmamak, Ona yakış-
mayacak sıfatlar yüklemek.
külliye:
bütüne ait, umumî, bütün,
hepsi.
leyle-i kadîr:
Kadîr gecesi, Kur’ân-
ı Kerîm’in dünya semasına nazil ol-
duğu gece, Ramazan’ın 27 gecesi.
mahv:
yok, harap, perişan.
malik:
sahip.
masum:
suçsuz, günahsız.
meçhul:
bilinmeyen.
meselâ:
örneğin, misal olarak.
mevsuf:
vasıf, nitelik.
muayyen:
tayin edilmiş, belirli;
kararlaştırılan.
mukayyet:
bağlı, kayıtlı, sınırlı.
mutlak:
kayıtsız, şartsız.
mutlaka:
herhâlde, elbette.
münteşire-i muvakkata:
geçici
olarak, belli bir zaman için ortaya
çıkan, meydana gelen.
münteşire-i zamaniye:
zamana
yayılmış, zamanla ortaya çıkan.
müphem:
örtülü, kapalı.
müreccah:
tercih edilen, üstün tu-
tulan.
nazar:
dikkat.
nefis:
kendi, şahıs.
neş’et etmek:
meydana gelmek,
ortaya çıkmak.
nihayet:
son, uç.
nükte:
ince ve derin anlam.
rağbet:
istekle karşılama; istek, ar-
zu; bir şeyi çok isteme.
sair:
diğer.
sebep:
bir şeyin ortaya çıkmasını
gerektiren şey.
sıfat:
nitelik.
şerait:
şartlar.
taayyün etme:
belirli olma.
taht:
alt.
takarrüp:
yakınlaşma, yaklaşma,
yanaşma.
tedricen:
yavaş yavaş, azar azar,
derece derece.
telâkki etmek:
anlamak, kabul
etmek, almak.
tembih:
uyarma, uyarı.
tereşşuhat:
damlamalar, sızıntılar.
vehim:
olmadığı hâlde var zannet-
me.
velî:
Allah’ın sevgisine, himayesi-
ne kavuşmuş, ermiş kimseler, Al-
lah dostu, evliya.
zannetmek:
sanmak, kesin olarak
bilmeksizin kuvvetli ihtimalle hük-
metmek.
zat:
kişi.
zira:
çünkü.
acip:
hayret veren, hayrette
bırakan.
âlâyıilliyyin:
yüceler yücesi,
en yüksek mertebe.
âmm:
herkese ait, umuma ait,
umumî.
âyât:
Kur’ân ayetleri.
daime:
her vakit, sürekli, her
zaman.
dakika-i icabe:
duaların kabul
edilmesi muhtemel olan za-
man.
darağacı:
idam sehpası.
ebediyet:
sonsuzluk.
ecel:
ölüm vakti.
efrat:
fertler.
ehadis:
hadis-i şerifler.
ehemmiyet:
önem, kıymet.
esfel-i safilîn:
aşağıların en
aşağısı.
Esmaü’l-Hüsna:
Allah’ın adları,
Allah’ın doksan dokuz güzel
ismi.
evsaf:
vasıf, nitelik.
fert:
birey.
fiil:
davranış, hareket.
gülle:
top mermisi.
haiz:
sahip.
hâl:
durum.
haysiyet:
özellik, durum.
hesap etmek:
kabul etmek,
saymak.
ihtimal vermek:
olabileceğini
düşünmek.
iman:
inanç.
ism-i azam:
Cenab-ı Hakkın
bin bir isminden en büyük ve
manaca diğer isimleri kuşat-
mış olanı.
kâfir(e):
Allah’ı inkâr eden,
dinsiz, imansız; küfür, inkâr.
kaziye-i mutlaka:
hiçbir ihti-
mal gösterilmeyip, bir şeyin
şöyle olduğuna veya olmadı-
ğına açıktan açığa hükmet-
Eski said dönEmi EsErlEri
| 471 |
s
ünuHaT