etmeyen, başka dârda terettüp edecektir. Acaba kim
vardır ki, küçücük bir tecrübe geçirmemiş ve dememiş
ki, “Filân adam fenalık etti, belâsını buldu.”
a a a
(1)
Gƒo
an
QÉn
©n
à` p
d n
?p
FBÉ n
`Ñn
bn
h É k
Hƒ o
© o
°T r
ºo
cÉn
`ær
?n
©n
Ln
h
(2)
Gh t
OÉn
©n
àn
a Gh o
ón
fÉn
©n
àn
a Gh o
ôn
cÉn
æn
à` p
d n
’ Gƒ t
HÉn
ën
àn
a Gƒo
fn
hÉn
©n
àn
a Gƒo
an
QÉn
©n
à` p
d :…n
G
Bir nefer takımda, bölükte, taburda, fırkada birer rabı-
tası birer vazifesi olduğu gibi, herkesin heyet-i içtimaiye-
de müteselsil, revabıt ve vezaifi vardır. Halita şeklinde
gayr-i muayyen olsa, tearüf ve teavün olmaz.
Unsuriyetin intibahı, ya müspettir ki, şefkat-i cinsiye
ile intiaşa gelir –ki tearüfle teavüne sebeptir– veya men-
fidir ki, hırs-ı ırkî ile intibaha gelir; –ki tenakürle teanü-
dün sebebidir– İslâmiyet bunu reddeder.
a a a
(3)
Én
¡o
br
Rp
Q$G n
¤n
Y s
’p
G ¢p
Vr
Qn
’r
G p
‘ m
á s
`H B G n
O r
øp
e Én
en
h
rızık, hayat kadar kudret nazarında ehemmiyetlidir.
kudret çıkarıyor, kader giydiriyor, inayet besliyor.
kudret-i ezeliye, dehşetli bir faaliyetle âlem-i kesifi
âlem-i lâtife kalb ve zerrat-ı kâinatı hayattan hissedar et-
mek için, edna bir sebeple, bir bahaneyle, kemal-i ehem-
miyet ile hayatı verdiği gibi; aynı derece ehemmiyetle,
mebsuten mütenasip rızkı dahi ihzar ediyor.
adam:
kişi, şahıs.
âlem-i kesif:
yoğun madde âlemi,
dünya.
âlem-i lâtif:
ince, şeffaf, kesif ol-
mayan âlem.
bahane:
asıl sebebi gizlemek için
ileri sürülen sebep.
belâ:
ceza.
bilakis:
aksine.
dâhi:
üstün zekâlı, çok bilgili.
dâr:
yer, mekân.
dehşetli:
müthiş, insanı şaşkınlık
içerisinde bırakan.
derece:
mertebe.
edna:
küçük, basit, sıradan.
ehemmiyet:
önem, kıymet.
ehemmiyetli:
önemli.
elbette:
şüphesiz; eninde sonun-
da.
faaliyet:
hareket, etkinlik.
fenalık:
kötülük, kötü durum.
fırka:
grup.
gayr-i muayyen:
belirsiz, belirli ol-
mayan, tespit edilmemiş.
halita:
birkaç şeyin karışmasından
meydana gelen, karma.
heyet-i içtimaiye:
toplum, sosyal
bünye.
hırs-ı ırkî:
ırkçılık, ırkla ilgili hırs.
hissedar:
hisse sahibi, pay sahibi.
ihzar etmek:
hazırlamak.
inayet:
İlâhî yardım, ihsan.
inkâr:
reddetme.
intiaşa gelmek:
doğrulup kalk-
mak.
intibah:
uyanıklık, uyanık olma.
kabile:
insan topluluğu, boy, aşi-
ret, oymak, uruk.
kader:
Cenab-ı Hakkın takdir ve
tayini.
kemal-i ehemmiyet:
son derece
mühim, önemli.
kudret:
İlâhî güç, kuvvet.
kudret-i ezeliye:
başı-sonu olma-
yan sonsuz İlâhî kudret, kuvvet.
mebsuten mütenasip:
doğru
orantılı olarak.
menfi:
negatif, olumsuz.
münasebet:
ilgi, bağ.
müspet:
pozitif, olumlu.
müteselsil:
birbirinin ardından ge-
len, zincirleme, silsile hâlinde.
nazar:
dikkat.
nefer:
rütbesiz asker, er.
rabıta:
bağ.
reddetmek:
kabul etmemek.
revabıt:
rabıtalar, ilgiler, bağlar.
rızık:
canlının hayatını sürdürebil-
mesi için gerekli şeyler.
sebep:
bir şeyin ortaya çıkmasını
gerektiren şey.
şefkat-i cinsiye:
cinse ait şefkat;
aynı cinsten olanların birbirlerine
karşı duydukları merhamet, sevgi,
şefkat duygusu.
tabur:
dört bölükten meydana ge-
len, bölük veya bataryadan bü-
yük, alaydan küçük askerî bir-
lik.
teanüt:
inatlaşma bir birine
düşman olma.
tearüf:
birbirini tanıma, tanış-
ma.
teavün:
yardımlaşma, birbiri-
ne yardım etme.
tecrübe:
deneyim.
tenakür:
bilmezden gelme,
karşıt duygu, antipati.
terettüp etmek:
sonuç olarak
ortaya çıkma.
unsuriyet:
bir kavmi veya
kendi soyunu daha şerefli say-
ma, ırkçılık.
vazife:
görev.
vezaif:
vazifeler, görevler.
yekdiğer:
bir başka.
zerrat-ı kâinat:
kâinat zerre-
leri, kâinattaki atomlar.
s
ünuHaT
| 466 |
Eski said dönEmi EsErlEri
1.
Birbirinizi tanıyıp kaynaşasınız ve aranızdaki münasebetleri bilesiniz diye sizi milletlere ve
kabilelere ayırdık. (Hucurat Suresi: 13.)
2.
Yani: Yekdiğerinizi inkâr ile inatlaşmayınız ve karşılıklı düşmanlık beslemeyiniz; bilakis bir-
birinizi tanıyıp kaynaşınız ve aranızdaki münasebetleri biliniz.
3.
Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah’a ait olmasın.
(Hûd Suresi: 6.)