maharet ise, müreccahtır. Hem de, o sarhoş namazsız-
lar jön türk değiller, belki şeyn türk’türler; yani fena ve
çirkin türk’türler, genç türklerin rafızîleridirler. Her şe-
yin bir rafızîsi var; hürriyetin rafızîsi de süfehadır.
ey türkler ve kürdler! İnsaf ediniz. Bir rafızî bir hadi-
se yanlış mana verse veya yanlış amel etse, acaba hadi-
si inkâr etmek mi lâzımdır, yoksa o rafızîyi tahtie edip
namus-i hadisi muhafaza etmek mi lâzımdır? Belki, hür-
riyet budur ki: kanun-i adalet ve te’dipten başka hiç kim-
se kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz
kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şahane serbest ol-
sun;
(1)
$G p
¿
ho
O øp
e Ék
HÉn
`Hr
Qn
G Ék
°†r
©n
H r
?n
©r
én
j n
’
nehyinin sırrına
mazhar olsun.
Sual:
(HaşİYe)
“demek biz eskiden beri hürriyetimize
malik idik. Hürriyetimiz tev’em olarak bizimle doğmuş.
öyle ise, başkalar keyiflensin, bize ne.”
Cevap:
evet, zaten o sevda-i hürriyettir ki, sizi ta-
hammülsüz meşakkatlere mütehammil kılmış. Ve mede-
niyetin müşaşaa bu kadar mehasininden, sizin ankameş-
rebâneniz sizi müstağni etmiştir. Fakat, ey göçerler! siz-
de olanı yarı hürriyettir, diğer yarısı da başkasının hürri-
yetini bozmamaktır. Hem de, kùt-i lâyemut ve vahşet ile
âlûde olan hürriyet, sizin dağ komşularınız olan hayvan-
larda da bulunur. Vakıa, şu bîçare vahşî hayvanların bir
mahfuz:
saklı, korunmuş.
malik:
sahip.
mana:
anlam.
mazhar:
nail olma, şereflenme.
medeniyet:
medenîlik, uygarlık.
mehasin:
güzellikler, hüsünler, iyi-
likler.
meşakkat:
zahmet verici iş.
muhafaza:
koruma.
müreccah:
tercih edilen, üstün tu-
tulan.
müstağni:
ihtiyacı olmayan.
müşaşaa:
şaşaalı, parlak; debde-
beli, gösterişli.
mütehammil:
tahammül eden,
dayanan, dayanıklı.
namus-i hadis:
hadisin şerefi.
nehiy:
yasak, yasaklama.
rafızî:
Şiî gruplarından olup Hz.
Ebû Bekir ve Hz. Ömer’i kabul et-
meyen, hak mezhepten ayrılmış,
namazsız, itikadı bozuk kimse.
sevda-i hürriyet:
serbestlik tutku-
su.
sual:
soru.
süfeha:
sefihler, günahkâr kimse-
ler.
şahane:
mükemmel, muhteşem.
şeyn:
leke, kusur, ayıp; çirkin, kö-
tü, fena.
tahakküm etmek:
zorbalık et-
mek, zorla hükmetmek.
tahammülsüz:
kötü, güç durum,
dayanılamayacak kadar zor.
tahtie etmek:
bir kimseyi veya bir
şeyi hatalı görmek, hatalı olmayla
suçlamak.
te’dip:
edeplendirme, terbiye ver-
me, cezalandırma, haddini bildir-
me.
tev’em:
ikiz doğan çocuklar, ikiz;
eş, benzer.
vahşet:
yabanî ve vahşî olan şey,
medeniyetin zıddı.
vahşî:
yabanî.
vakıa:
görünen
âlûde:
birlikte, bulaşmış, karış-
mış.
amel etmek:
işlemek, yap-
mak, uygulamak.
ankameşrebâne:
kanaatkâr-
ca tavır.
bedevî:
göçebe; çölde yaşa-
yan.
bîçare:
çaresiz.
fena:
kötü.
hadis:
Hz. Muhammed’e a.s.m.
ait söz, emir, fiil veya Hz. Pey-
gamber’in onayladığı başkası-
na ait söz, iş veya davranış.
harekât-i meşrua:
yasaklan-
mamış davranış, hareket.
haşiye:
dipnot.
Haymenişin:
çadırda yaşayan,
göçebe.
hukuk:
haklar.
hürriyet:
serbestiyet, özgür-
lük.
inkâr etmek:
kabul etmemek,
reddetmek.
insaf etmek:
adaleti ve hakkı
düşünerek davranmak.
Jön Türk:
batı tarzı yenileşme
taraftarı genç Osmanlı.
kanun-i adalet:
kanunlarla
belirlenen adalet, hak.
keyiflenmek:
arzu, heves, is-
teklerini yapmak.
kùt-i lâyemut:
ölmeyecek ka-
dar, yetecek miktar yiyecek.
lâzım:
gerekli, lüzumlu.
maharet:
ustalık, beceriklilik.
HaşİYe:
Haymenişinler tarafından, yani göçebe, siyah çadırlı bedevîlerin
sualidir.
Eski said dönEmi EsErlEri
| 237 |
m
ünazaraT
1.
Bir kısmınız, Allah’ı bırakıp da bir kısmınızı ilâhlaştırmasın.