istibdad-ı manevî-i umumînin perdelerini parça parça
edecektir.
(HaşİYe 1)
(1)
¢p
S r
CÉn
«`r
dG »p
Hn
G p
?r
fn
G p
ºr
Zn
Q '
¤n
Y
İkinci cihet: Şimdiye kadar ecnebiler bahane mahane
tutarlardı, milletimizi eziyorlardı. Şimdi ise, ellerinde
uruk-i insaniyetkârânelerine veya damar-ı mutaassıbâne-
lerine veya asab-ı dessasânelerine dokunduracak ellerin-
de serrişte-i bahane olacak öyle nokta bulamazlar. Bul-
salar da tutamazlar. Bahusus, medeniyet hubb-i insani-
yeti tevlit eder.
Sual:
(HaşİYe 2)
“Heyhat! Bize teselli veren şu ulvî eme-
li ye’se inkılâp ettiren ve etrafımızda hayatımızı zehirlen-
dirmek ve devletimizi parça parça etmek için ağızlarını
açmış olan o müthiş yılanlara ne diyeceğiz?”
Cevap:
korkmayınız. Medeniyet, fazilet, hürriyet,
âlem-i insaniyette galebe çalmaya başladığından, bizza-
rure terazinin öteki yüzü şey’en feşey’en hafifleşecektir.
Farz-ı muhal olarak, Allah etmesin, eğer bizi parça par-
ça edip öldürseler; emin olunuz, biz yirmi olarak ölece-
ğiz, üç yüz olarak dirileceğiz. Başımızdan rezail ve ihtilâ-
fatın gubarını silkip, hakikî münevver ve müttehit olarak
kervan-ı benîbeşere pişdarlık edeceğiz. Biz, en şedit, en
kavi ve en bâkî hayatı intaç eden öyle bir ölümden
hubb-i insaniyet:
insanlık sevgisi.
hürriyet:
serbestiyet, özgürlük.
ihtilâfat:
ihtilâflar, birbirine zıt ve
farklı şeyler, farklılıklar.
inkılâp ettirmek:
bir hâlden diğer
bir hâle geçirmek; değişim, köklü
değişim.
intaç etmek:
netice vermek, do-
ğurmak.
istibdad-ı manevî-i umumî:
umu-
mu etkisi altında tutan baskı, zu-
lüm.
kavi:
kuvvetli, güçlü.
kervan-i benîbeşer:
insanlık ker-
vanı.
lillâhilhamd:
ne kadar hamd ve
şükürler varsa ve olmuşsa, cümle-
si Allah’a mahsustur, O’na gider,
O’na aittir.
medeniyet:
medenîlik, uygarlık.
medeniyet:
medenîlik, uygarlık.
münevver:
aydın, aydınlanmış;
nurlandırılmış.
müthiş:
dehşet veren, ürküten,
dehşetli, korkunç.
müttehit:
ittihat etmiş, birleşmiş,
birlik oluşturmuş.
nokta:
konu.
pişdar:
öncü, önde giden, kuman-
dan.
rezail:
rezillikler.
serrişte-i bahane:
bahaneye delil,
ip ucu.
sual:
soru.
şedit:
şiddetli, sert, katı; sıkı.
şey’en feşey’en:
yavaş yavaş.
teselli vermek:
rahatlatmak.
tevlit etmek:
doğmak maddî, ma-
nevî; ortaya çıkmak.
ulvî:
yüksek, yüce.
uruk-i insaniyetkârâne:
insanlığa
yakışır huylar, hâller.
yeis:
ümitsizlik.
âdet:
alışkanlık.
âlem-i insaniyet:
insanlık âle-
mi.
asab-i dessasâne:
hilekârlık,
aldatma damarı.
bahane mahane:
asıl sebebi
gizlemek için ileri sürülen uy-
durma sebep.
bahusus:
özellikle.
bâkî:
kalıcı ve devamlı.
bizzarure:
kesinlikle, zarurî
olarak, mecburî olarak.
cihet:
yön.
damar-i mutaassıbâne:
kendi
din ve milliyetini çok üstün tu-
tarak başka din ve milliyetten
olanlara kin, nefret ve düş-
manlık gösterme damarı.
dehşetli:
korkutucu; ürkütü-
cü.
ecnebi:
yabancı.
emel:
şiddet arzu, ümit.
emin olmak:
inanmak, güven-
mek.
farz-ı muhal:
kabul edelim ki.
fazilet:
değer, meziyet, iman
ve irfan itibarıyla olan yüksek
derece.
galebe çalmak:
yenmek, üs-
tünlük.
gubar:
toz.
hakikî:
gerçek.
haşiye:
dipnot.
hayatı:
yaşayış, yaşama.
heyhat:
eyvah, yazık, ne ya-
zık.
HaşİYe 1:
lillâhilhamd, kırk beş sene sonra parça parça etmeye başladı.
HaşİYe 2:
dehşetli ve hakikatli bir sual.
Eski said dönEmi EsErlEri
| 243 |
m
ünazaraT
1.
Ümitsizliği âdet edinmiş kimseye rağmen.