Hem de daire-i itikadı, daire-i muamelâta karıştırmaya
mecburiyet yoktur. kabildir, o kısım jön türklerin mu-
radı bu olsun.
Sual:
“Çok fena şeyleri işitiyoruz. Bahusus gayrimüs-
limler de, güya bir İslâm kızını almışlar. Filân yerde böy-
le olmuş, diğer yerde şöyle olmuş; olmuş, olmuş, ilâ
ahir...”
Cevap:
evet, maatteessüf, daha yeni ve bulanık bir
devlette ve cahil ve perişan bir millette, şöyle fena ve pis
şeylerin vukuu zarurî gibidir. eskiden daha berbatı vardı.
Fakat, şimdi görünüyor. Bir dert görünürse, devası asan-
dır. Hem de, büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbe-
zelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe’ni, bir seyyie-
yi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir.
Meselâ, şu aşiretin her bir ferdi bir günde attığı balga-
mı, cerbeze ile, vehmen tayy-ı mekân ederek, birden bir
şahısta tahayyül edip, başka efradı ona kıyas ederek, o
nazar ile baksa veyahut bir sene zarfında birisinden ge-
len rayiha-i keriheyi, cerbeze ile, tayy-ı zaman tevehhü-
müyle, birden dakika-i vahidede o şahıstan sudûrunu ta-
savvur etse, acaba ne derece evvelki adam müstakzer,
ikinci adam müteaffin olur? Hatta, hayal gözünü kapa-
sa, vehim dahi burnunu tutsa, mağaralarından kaçsalar
hakları var. Akıl onları tevbih etmeyecektir.
İşte şu cerbezenin tavr-ı acibi; zaman ve mekânda mü-
teferrik şeyleri toplar, bir yapar. o siyah perde ile her
şeyi temaşa eder. Hakikaten cerbeze, envaıyla garaibin
mecburiyet:
mecbur olma, mec-
burluk, zarurîlik durumu, zora tu-
tulma, zorunluluk.
mekân:
yer, mahal.
meselâ:
misal olarak.
murat:
arzu.
müstakzer:
kirli, pis, mundar.
müteaffin:
taaffün etmiş, bozul-
muş, çürüyüp kokuşmuş.
müteferrik:
çeşitli, kısım kısım,
başka başka, dağınık.
nazar:
bakış.
rayiha-i kerihe:
tiksindirici, iğrenç
koku.
seyyie:
kötülük, günah, suç, fena-
lık.
sual:
soru.
sudûr:
meydana çıkma.
şahıs:
kişi, fert, birey.
şe’n:
icap, gerek.
tahayyül etmek:
hayale getir-
mek, hayalinde canlandırmak.
tasavvur etmek:
bir şeyi zihinde
şekillendirmek, tasarlamak, kur-
mak.
tavr-ı acip:
hayret verici durum.
tayy-i mekân etmek:
mekânı or-
tadan kaldırma, bir şahsın bir anda
muhtelif yerlede görülmesi, me-
kânı atlarcasına geçme.
tayy-i zaman:
zamanı aşma, za-
manı atlarcasına geçme, ortadan
kaldırma.
temaşa:
bakma, seyretme.
tevbih etmek:
azarlamak, payla-
mak.
tevehhüm:
vehimlenme, kurun-
tuya kapılma; gerçekte var olma-
yanı var kabul etme, yok olanı var
zannetmekle ümitsizliğe ve kor-
kuya düşme.
vehim:
olmadığı hâlde var zannet-
me.
vuku:
olma, meydana gelme.
zarf:
süre.
zarurî:
mecburî, zorunlu, ister iste-
mez.
âkıl:
akıllı.
asan:
kolay.
aşiret:
kabile, oymak, göçebe
hâlinde yaşayan çoğunlukla
bir soydan gelen insanlar.
bahusus:
özellikle.
cahil:
bilgisiz.
cerbeze:
haklı haksız sözlerle
hakikati gizlemek; aldatıcı kur-
nazlık.
daire-i itikat:
dinin itikat ve
inanç kısmı.
daire-i muamelât:
dinin uy-
gulamaya yönelik bakan kıs-
mı.
dakika-i vahit:
bir dakika.
dert:
hastalık, illet, acı, ağrı, sı-
zı.
deva:
şifa, çare.
efrat:
fertler, kişiler.
enva:
çeşitler, türler, cinsler,
neviler.
fena:
kötü.
fert:
kişi, şahıs, birey.
galip etmek:
üstün gelmek,
yenmek.
garaip:
görünmedik, hayret
uyandırıcı şeyler.
gayrimüslim:
Müslüman ol-
mayan.
güya:
sanki, sözde.
hakikaten:
doğrusu, gerçek-
ten.
hasenat:
iyi ameller, iyi işler,
hayırlar.
ilâahir:
sonuna kadar.
islâm:
Müslüman.
Jön Türk:
Batı tarzı yenileşme
taraftarı genç Osmanlı.
kabil:
mümkün, ihtimal daire-
sinde.
kıyas etmek:
benzeterek hü-
küm vermek.
maatteessüf:
ne yazık ki, üzü-
lerek belirteyim ki.
Eski said dönEmi EsErlEri
| 249 |
m
ünazaraT