p
án
?n
Øs
°TGn
h p
?r
£t
?dÉp
H p
ôn
¶s
ædG o
ør
°ùo
M Én
°Vu
ôdG p
ør
«n
Y n
ør
jn
R s
¿n
G p
In
óp
YÉn
?p
H
p
QGn
ór
bp
Ép
H u
?n
?r
G n
¤n
Y »n
ªn
°S r
ón
?n
dn
h p
án
ªr
Ms
ôdGn
h p
?r
a u
ôdÉp
H p
OGn
D
ƒo
Ør
dGn
Qƒo
f s
¿n
Gn
h
p
ør
°ùo
M n
ór
æp
Y Én
fn
G
)
p
ìÉn
Ñr
°üp
ªp
H n
AÉn
°†p
àr
°Sp
’r
G n
QÉn
àr
NG p
øn
e n
óp
©n
°Sn
h p
?«/
ar
ƒs
àdG
(HaşİYe) (1)
(
»/
H i/
ór
Ñn
Y u
øn
X
Hüsnüzan ediniz. suizan hem size, hem onlara zarar
verir.
Sual:
“neden suizannımız onlara zarar versin?”
Cevap:
onların bir kısmı sizin gibi tahkiksiz, taklit ile
İslâmiyet’in zevahirini bilirler. taklit ise, teşkikat ile yırtı-
lır. o hâlde bazılarına –bahusus dinde sathî, felsefe ile
mütevaggıl olursa– dinsiz dediğiniz vakit, ihtimal ki te-
reddüde düşüp, meslek-i İslâmiyet’ten hariçmiş gibi ves-
veselerle, “Herçi bâd âbâd” diyerek me’yusâne, belki
muannidâne İslâmiyet’e münafi harekâta başlar. İşte ey
bîinsaflar! gördünüz, nasıl bazı bîçarelerin dalâletine se-
bep oluyorsunuz. Fena adama, “iyisin, iyisin” denilse iyi-
leşmesi, ve iyi adama, “fenasın, fenasın” denildikçe fe-
nalaşması çok vuku bulmuştur.
Sual:
“neden?”
Cevap:
Faraza, bazılarının altında büyük fenalıkları
varsa da, hücum edilmemek gerektir. zira, çok fenalık
HaşİYe:
tekrar temaşa et. Çünkü bu Arabî fıkra şifrelidir, işaratı var.
arabî:
Arabcaya ait, Arab dili ile il-
gili.
bahtiyar:
mes’ut, mutlu.
bahusus:
özellikle.
bîçare:
çaresiz.
bîinsaf:
insafsız.
dalâlet:
iman ve İslâmiyetten ay-
rılmak sapmak.
faraza:
meselâ, say ki, tut ki, diye-
lim ki.
felsefe:
hikmet ve marifet bilgisi.
fena:
kötü.
fenalaşma:
kötüleşme, kötü ol-
ma.
fenalık:
kötülük.
fenalıkları:
kötülükler.
fenasın:
kötüsün
fıkra:
bahis, konu.
hadis:
Hz. Muhammed’e a.s.m. ait
söz, emir, fiil.
hakikat:
gerçek.
hâlde:
durumda.
harekât:
hareketler, davranışlar.
hariç:
dış.
haşiye:
dipnot.
Herçi bâd âbad:
ne olursa olsun.
hücum:
saldırma.
hüsnüzan:
bir kimse veya mesele
hakkında güzel düşünceye sahip
olma; müspet düşünme.
ihtimal:
olabilirlik, olasılık.
işarat:
işaretler.
kaide:
kural, esas, düstur.
kandil:
içerisinde yanan yağ ile
ışık veren bir aydınlatma aracı.
lütuf:
iyilik, ihsan, bağış.
me’yusâne:
ümitsizce, ümitsizlik-
le, ümitsiz bir şekilde.
merhamet:
acımak, şefkat göster-
mek
meslek-i islâmiyet:
İslâmiyetin
yolu.
muamele etmek:
davranmak,
davranış.
muannidâne:
inat ederek.
muvaffakıyet:
başarılı olmak, ba-
şarmak.
münafi:
zıt, ters, aykırı.
mütevaggıl:
bir şeyin ilerisine, de-
rinliğine varan; çok fazla meşgul
olan.
sathî:
yüzeysel.
sevk:
önüne katıp sürme, yönelt-
me.
sual:
soru.
suizan:
bir kimse hakkında kötü
düşünceye sahip olma; fena, kötü
sanma.
şefkat:
acıma.
tahkik:
doğru olup olmadığını
araştırma veya doğruluğunu yan-
lışlığını ortaya çıkarma, inceleme,
iç yüzünü araştırma.
taklit:
şeriattaki delilini bilmeksi-
zin bir hükümle amel etme.
temaşa etmek:
bakmak, seyret-
mek.
tercih etmek:
seçmek, be-
ğenmek.
tereddüt:
şüphe, vesvese, ka-
rarsızlık.
teşkikat:
şüphede bırakmalar,
şüpheye düşürmeler.
tevhid:
Allah’ın bir olduğuna
inanma.
vakit:
zaman.
vesvese:
şüphe, kuruntu, kal-
be gelen asılsız kötü ve sinsi
düşünce.
vuku:
olma, meydana gelme.
zarar:
ziyan, kayıp, eksiklik.
zevahir:
görünüş, görünür, dış
yüz; göze çarpan yerler.
zira:
çünkü.
m
ünazaraT
| 256 |
Eski said dönEmi EsErlEri
1.
“Rıza sözünün süsü lütuf ve şefkatle güzel bakmaktır; gönlün nuru, yumuşaklık ve merha-
metledir.
(2)
»/
H i/
ór
Ñn
Y u
øn
X p
ør
°ùo
M n
ór
æp
Y Én
fn
G
hadisinin kandilinden ışık almayı tercih eden ki-
şi, muvaffakıyetin sevkiyle hakikate yükselir ve bahtiyar olur.”
2.
Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim. (Buharî, Tevhid: 15; Müslim, Tövbe:
1.)