oklar atmaya başladılar. Çünkü, bir kaide-i mukarrere-
dir: Bir şey cüz-i ihtiyarînin dairesinden ve cüz’iyetten çı-
kıp külliyet dairesine girse veyahut bihasebilâde def’i mu-
hal olsa, zamana isnat edilir ve kabahat dehre atılır, taş-
lar feleğin kubbesine vurulur. eğer iyi temaşa etsen gö-
receksin ki; feleğe atılan taşlar, döndüğü vakit bir yeis
olarak kalbde tahaccür eder...
o
I n
OÉn
©s
°ùdG o
ºo
¡n
d r
ân
FÉn
°Vn
G Én
ªs
?o
cn
h o
?n
õr
?n
j n
’ Én
ª«p
a Gƒo
dÉn
Wn
G n
?r
«n
c r
ôo
¶r
fo
G
(HaşİYe)
(1)
n
¿Én
es
õdG Gƒo
ªn
àn
°T r
ºp
¡r
«n
?n
Y n
ºn
?r
Xn
G Én
ªs
?o
cn
h r
ºo
g n
OÉn
°S r
øn
e '
¤n
Y Gr
ƒn
ær
Kn
G
Sual:
“Acaba şu zaman ve dehrin şikâyetinden sâ-
ni-i zülcelâl’in sanat-ı bedîine itiraz çıkmaz mı?”
Cevap:
(HaşİYe)
Hayır, asla! Belki manası şudur: güya,
şikâyetçi der ki: “İstediğim emir ve arzu ettiğim şey ve
teşehhi ettiğim hâl, hikmet-i ezeliyenin düsturu ile tan-
zim olunan âlemin mahiyeti müstait ve inayet-i ezeliye-
nin pergârıyla nakşolunan feleğin kanunu müsait ve me-
şiet-i ezeliyenin matbaasında tab olunan zamanın tabiatı
muvafık ve mesalih-i umumiyeyi tesis eden hikmet-i İlâ-
hî razı değillerdir ki, şu âlem-i imkân, Feyyaz-ı Mutlak’ın
yed-i kudretinden şu ukulümüzün hendesesiyle ve tehev-
vüsümüzün iştihasıyla istediğimiz semeratı koparsın.
Verse de tutamaz, düşse de kaldıramaz.”
HaşİYe:
dur, geçme, anla! Yani iyilikleri reislere, fenalıkları zamana verip
şetimle şekva ederler.
HaşİYe:
Çok ehemmiyetli bir cevaptır.
âlem-i imkân:
dünya, imkân âle-
mi.
âlem:
dünya.
arzu:
bir şeye karşı duyulan istek,
heves.
bihasebilâde:
âdet kabîlinden,
âdet kabul ederek.
cüz-i ihtiyar:
icattan mahrum, hak
kazanmaktan başka hiç bir şeye
gücü yetmeyen az bir arzu ser-
bestliği, cüz’î irade.
cüz’iyet:
azlık, cüz’î oluş, küçük-
lük.
daire:
alan.
def’:
kovma, uzaklaştırma.
dehir:
zaman.
dil:
söz.
düstur:
kanun, kaide.
ehemmiyetli:
önemli.
emir:
iş buyurma, buyruk.
felek:
gök, gök katı, dünya, âlem.
fenalık:
kötülük.
Feyyaz-ı mutlak:
çok çok bereket
ve bolluk veren Allah.
güya:
sanki, sözde.
hâl:
durum.
haşiye:
dipnot.
hendese:
çizgi, satıh ve hacim ola-
rak bu üç şeklin hususiyetlerini ve
ölçülerini inceleyen matematik
kolu, şekil bilgisi; geometri.
hikmet-i ezeliye:
Cenab-ı Hakkın
maksadı, ilmi.
hikmet-i ilâhî:
Allah’ın maksadı.
idare:
memleket işlerinin yürütül-
mesi, çekip çevirilmesi.
inayet-i ezeliye:
Allah’ın daimî ve
sonsuz iyiliği, ihsanı, lütfu.
isnat etmek.:
dayanmak, dayan-
dırmak.
iştiha:
açlık, iştah.
itiraz:
kabul etmediğini belirtme,
karşı çıkma.
kabahat:
şuç, kusur.
kaide-i mukarrere:
kesinleşmiş,
kararlı hâle gelmiş kaideler.
külliyet:
bütünlük, tümlük.
mahiyet:
nitelik, özellik, hususi-
yet.
mesalih-i umumiye:
umumî
maksat ve faydalar.
meşiet-i ezeliye:
Cenab-ı Hakkın
hikmeti, irade ve ihtiyarı.
muhal:
imkânsız.
muvafık:
uygun olan, uyan, ka-
bullenen.
müsait:
uygun.
müstait:
uygun.
nakşolunmak:
işlenmek.
övmek:
methetmek.
pergâr:
pergel.
saadet:
mutluluk.
sanat-i bedî:
eşsiz, emsalsiz sanat.
sâni-i Zülcelâl:
sonsuz büyüklük
sahibi olan ve her şeyi sanatla
yaratan, Allah.
semerat:
meyveler, neticeler.
sual:
soru.
şekva:
şikâyet, yakınma.
şetim:
sövme, sövüp sayma,
kötü söyleme.
tab:
basma, baskı.
tabiatı:
doğa, canlı cansız bü-
tün âlemler.
tahaccür:
taşlaşma, taş gibi
katılaşma, donma.
tanzim:
düzeltme, düzenle-
me.
tehevvüs:
heveslenme.
temaşa etmek:
bakmak, sey-
retmek.
tesis etmek:
kurmak, meyda-
na getirmek.
teşehhi etmek:
hırsla iste-
mek, iştahlanmak, iştiyak
duymak.
ukul:
akıllar.
vakit:
zaman.
yed-i kudret:
kudret eli; her
şeyi tutan Allah’ın kudret eli.
yeis:
ümitsizlik, elem, keder.
m
ünazaraT
| 264 |
Eski said dönEmi EsErlEri
1.
Gereksiz konuda, sözü ne kadar uzattıklarına bak: Ne zaman saadet ışığı çevrelerini aydın-
latsa, kendilerini idare edenleri överler, ne vakit üzerlerine karanlık çökerse de zamana dil
uzatırlar.