evet, şu amud-i nuranî
(HaşİYe)
dinin himayetini şeha-
metinin başına, murakabenin gözüne, hamiyetinin om-
zuna alacaktır. görüyorsunuz ki, lemaat-ı müteferrika te-
le’lüe başlamış yavaş yavaş incizap ile imtizaç edecektir.
Fenn-i hikmette takarrür etmiştir ki, hiss-i dinî, bahusus
din-i hakk-ı fıtrînin sözü daha nafiz, hükmü daha âlî tesi-
ri daha şedittir.
elhâsıl
: Başkasına itimat etmeyen nefsiyle teşebbüs
eder. size bir misal söyleyeceğim:
siz göçersiniz. göçerin malı koyundur; o işi bilirsiniz.
Şimdi, her biriniz bazı koyunları bir çobanın uhdesine
vermişsiniz. Hâlbuki çoban tembel ve muavini kayıtsız,
köpekleri değersizdir. tamamıyla ona itimat etseniz, ra-
hatla evlerinizde yatsanız, bîçare koyunları müstebit kurt-
lar ve hırsızlar ve belâlar içinde bırakırsanız daha mı iyi-
dir; yoksa onun adem-i kifayetini bilmekle, nevm-i gafle-
ti terk edip hanesinden her biri bir kahraman gibi koş-
sun, koyunların etrafında halka tutup, bir çobana bedel
bin muhafız olmakla hiçbir kurt ve hırsız cesaret etme-
sin, daha mı iyidir? Acaba Mâmehuran hırsızlarını tövbe-
kâr ve sofî eden şu sır değil midir? evet, ruhları ağlamak
istedi, biri bahane oldu, ağladılar.
evet, evet!.. neam, neam!.. sivrisinek tantanasını
kesse, bal arısı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz bozul-
masın, hiç teessüf etmeyiniz. zira, kâinatı nağamatıyla
muavin:
yardımcı.
muhafız:
koruyucu, bekçi.
murakabe:
kontrol etmek, teftiş
etmek; gözetmek.
müstebit:
diktatör, zulüm ve bas-
kı yapan; başkasının hukukunu
elinden alan.
nafiz:
içe işleyen, tesirli, sözü ge-
çen, delip geçen.
nağamat:
nağmeler, güzel sesler.
neam:
evet, pek güzel; öyledir.
nefis:
kötü vasıfları kendisinde
toplayan, hayırlı işlerden alıkoyan
güç.
nevm-i gaflet:
gaflet uykusu.
ruh:
cevher, insan ve hayvanlar-
daki dirilik kaynağı.
sır:
gerçek.
siyaset:
politika.
sofî:
tasavvuf ehli; tarikate bağlı;
yanıltıcı, safsatacı.
şedit:
şiddetli, sert, katı; sıkı.
şehamet:
cesaret, akıllılıkla bera-
ber olan cesaret, yiğitlik.
şevk:
şiddetli arzu, aşırı istek ve
heves.
takarrür etmek:
karar bulmak,
kararlaşmak; karar kılmak; yerleş-
mek.
tantana:
patırtılı, gürültülü göste-
riş, debdebe; ses çıkarma.
teessüf etmek:
üzülmek, acı duy-
mak.
tele’lü:
parıldama.
terk etmek:
bırakmak, vazgeç-
mek.
tesir:
etki, iz bırakma.
teşebbüs etmek:
bir işi yapmak
için harekete geçmek, başlamak,
girişmek.
tövbekâr:
tövbe eden, tövbe edi-
ci.
uhde:
bir işi üzerine alma; söz ver-
me.
zira:
çünkü.
adem-i kifayet:
yetersizlik.
âlî:
yüce, yüksek.
amud-i nuranî:
nurdan sütun.
bahane:
asıl sebebi gizlemek
için ileri sürülen uydurma se-
bep.
bahusus:
özellikle.
bedel:
karşılık.
belâ:
musibet, gam, keder,
afet.
bîçare:
çaresiz.
demdeme:
sinek vızıltısı.
din-i hakk-ı fıtrî:
insanın yara-
tılışına uygun hak din; İslâmi-
yet
elhâsıl:
kısacası, netice olarak,
özetle.
fenn-i hikmet:
felsefe.
hâlbuki:
oysa, oysa ki.
hamiyet:
gayret.
haşiye:
dipnot.
himaye:
koruma, muhafaza
etme.
hiss-i dinî:
din duygusu, du-
yarlılığı.
hükmü:
emir, bir konu hak-
kında verilen karar.
imtizaç etmek:
kaynaşmak,
uygun ve mutabık olmak,
mezcolmak, uyuşmak, iyi ge-
çinmek.
incizap:
cezp edilme, çekilme.
itimat etmek:
inanmak, gü-
venmek.
kahraman:
yiğit, cesur.
kâinat:
dünya.
kayıtsız:
ilgisiz.
lemaat-ı müteferrika:
ayrı
ayrı dağınık olan parıltılar, par-
layışlar.
mâmehuran:
Adilcevaz, Pat-
nos, Erciş ve bilhassa Beytüş-
şebap havalisinde yerleşmiş
bir aşiret ismi.
misal:
benzer, örnek.
HaşİYe:
risale-i nur’u hissetmiş ki, üç sayfa ile cevap veriyor. Fakat, siya-
set perdesi başka renk vermiş.
Eski said dönEmi EsErlEri
| 227 |
m
ünazaraT