evet
(1)
Gƒo
Jƒo
ªn
J r
¿n
G n
?r
Ñn
b Gƒo
Jƒo
e
sırrına şunun sâye-i muzlimâ-
nesinde mazhar oldunuz. İşte her köye böyle ilâç gön-
dermek, hatta dâülcû ile karın ağrısına müptelâ olan em-
salinize hazım ilâcı hükmünde olan iane toplamak, yahut
eşkıyalık ve husumet derdiyle mültehap bulunan o vücu-
da, iltihabı tezyit eden Hamidîlik icra etmek ve ilâahir,
acaba tedavi mi, yoksa tesmim midir, melekü’l-mevte
yardım etmek midir?
İşte mahiyet-i istibdadın timsali budur. zira, sabıkta
padişah kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu, bîçare
milletin hâlini anlamıyordu. Yahut zaaf-ı kalb ve kuvvet-i
vehim ile anlamak istemiyordu. Yahut mütehevvisâne ve
mütekeyyifâne ve mütekalkıl olan tabiatı, anlattırmaya
müsait değildi. İşte hükûmetteki istibdada, her şeydeki is-
tibdadı kıyas ediniz. Hatta, taklidi tevlit eden ilmin istib-
dadı dahi böyledir.
Amma, bizzarure hükûmet-i İslâmiyenin hedef-i mak-
sadı olan meşrutiyet-i meşruanın timsalini isterseniz, farz
ediniz ben bir hekimim. Şu çadır dahi eczahanedir; için-
deyim. Umum köylerde veyahut evlerde çeşit çeşit has-
talıkları teşhis etmiş, reçetesini yazmış bir müntehap
adam, yanıma geliyor, reçetesini ibraz ediyor ki; “dâül-
cehil ile baş ağrısı var” yazılıdır. Ben dahi, fen afyonunu
iptida onların lisanlarının zarfında, sonra da lisan-ı resmi-
yeye ifrağ ederek veriyorum. Bir başkasının reçetesini
gösteriyor ki; kalb hastalığı olan zaaf-ı diyanet var. Ben
de, fünunu maarif-i İslâmiye ile mezcederek bir macun
sokma, dökme, boşaltma.
ilâahir:
sona kadar, sonuna kadar.
ilim:
bilme, bilgi.
iltihap:
bir organda olan yangı, ce-
rahat, irin.
iptida:
başlangıç.
istibdat:
kanuna ve nizama tâbi
olmayan, keyfî, baskıcı yönetim;
zulüm ve tahakküm.
kıyas etmek:
bir şeyi başka bir şe-
ye benzeterek hüküm vermek.
kuvvet-i vehim:
evham ve şüphe
duygusu.
lisan-ı resmiye:
bir ülkede geçerli
resmî dil.
lisan:
konuşma dili.
maarif-i islâmiye:
İslâmî bilimler;
İslâmî kültür.
macun:
karışım şeklinde ilâç.
mahiyet-i istibdat:
istibdadın aslı,
iç yüzü, esası.
mahpus:
tutuklu, hapiste yatan.
mazhar:
bir şeyin çıktığı yer, zu-
hur ettiği, göründüğü yer.
melekülmevt:
ölüm meleği olan
Azrail a.s.
meşrutiyet-i meşrua:
dine uygun
meşrutiyet.
mezcetmek:
katmak, kaynaştır-
mak, karıştırmak, birleştirmek.
mültehap:
iltihaplı, yaralı.
müntehap:
seçkin, güzide, müm-
taz.
müptelâ:
tutkun, yakalanmış, tu-
tulmuş.
müsait:
uygun.
mütehevvisâne:
heveslenerek
mütekalkıl:
deprenen, sarsılan.
mütekeyyifâne:
keyiflenerek
padişah:
hükümdar, sultan.
sabık:
geçen, geçen devre, geçmiş,
daha önce, önceki, evvelki.
sâye-i muzlimâne:
karanlığa bo-
ğan gölge, kötü himaye.
sır:
insanın aklının erişemediği İlâ-
hî hikmet.
tabiat:
huy, karakter, yapı, mizaç.
taklit:
delilsiz olarak hareket et-
me, şeriattaki delilini bilmeksizin
bir hükümle amel etme.
tedavi:
iyileştirme.
tesmim:
zehirleme.
teşhis etmek:
hastalığın mahiye-
tini anlamak.
tevlit etmek:
doğmak maddî, ma-
nevî, doğum; ortaya çıkmak.
tezyit:
arttırma, arttırılma, ziyade-
leştirme.
timsal:
suret, resim; sembol, sim-
ge.
umum:
bütün, genel.
zaaf-ı diyanet:
iman zayıflığı.
zaaf-i kalb:
irade zayıflığı.
zarfında:
içerisinde, kabında.
zira:
çünkü.
afyon:
bağımlılık yapan, ağrı
kesici bir ilâç.
bîçare:
çaresiz.
bizzarure:
kesinlikle, zarurî
olarak, mecburî olarak.
dâülcehil:
cehalet hastalığı,
bilgisizlik derdi.
dâülcû:
karın ağrısı
eczahane:
ilâçların yapıldığı ve
satıldığı yer.
emsal:
eş, benzer.
eşkıya:
soyguncu, yol kesici.
farz etmek:
kabul etmek, say-
mak.
fen:
uygulamalı bilim.
fünun:
fenler.
hâl:
durum.
Hamidîlik:
Sultan Abdülha-
mid’in doğuda meydana gele-
bilecek ayaklanmaları bastır-
mak ve asayişi sağlamak için
kurduğu Hamidiye Alayları
tarzındaki hareket.
hazım:
sindirim.
hedef-i maksat:
ulaşılmak is-
tenen amaç.
hekim:
doktor, tabip.
husumet:
düşmanlık.
hükmünde:
değerinde.
hükûmet-i islâmiye:
İslâm
hükümeti.
iane:
yardım.
ibraz:
belirtme, ortaya koyma,
meydana çıkarma, gösterme.
icra etmek:
tatbik, yerine ge-
tirmek.
ifrağ etmek:
başka bir şekle
Eski said dönEmi EsErlEri
| 211 |
m
ünazaraT
1.
Daha ölmeden ölmek.