yapıyorum, müderrislerin ellerine veriyorum, gönderiyo-
rum. diğerinde dâülhusumet ile ihtilâl sıtması var. Ben
de fikr-i milliyeti uyandırarak, ışıklandırarak, tiryak misal
adalet ve muhabbeti o nur ile mezç ettirerek, sülfato mi-
sal bir ilâç veriyorum. İşte böyle bir hekimdir ki, vatan
hastahanesinde, bîçare etfali helâkten halâs eder. Hâ,
hükûmet-i meşrutanın timsal-i nuranîsi,
(1)
/
¬p
às
«p
Yn
Q r
øn
Y l
?o
D
ƒ°r
ùn
e r
ºo
µt
?o
cn
h m
´Gn
Q r
ºo
µt
?o
c
sırrınca, her bir büyük adam, bu düsturu nazara almak
gerektir.
Sual:
“derman, dermandır; neden zehir olsun?”
Cevap:
Bir derdin dermanı başka bir derde zehir ola-
bilir. Bir derman hadden geçse, dert getirir.
Sual:
“ne diyorsun?
(2)
m
?n
Qn
h Gn
P n
âr
æ°n
ùr
ën
à°r
Sp
G
Hâl-i hâzırın
eskisi gibi çok fenalığı var; bize zulmeder. Hem de zaaf-
ta, kuvvetsizlikte eskisine benzer. demek, tarif ettiğin
meşrutiyet daha bize selâm etmemiş; tâ ki, biz de ‘ehlen
ve sehlen’ desek?”
Cevap:
Ék
Hƒo
Ñr
©n
j o
âr
«n
©°r
ùn
à°r
SGn
h@Ék
Hƒo
µ°r
So
G o
âr
«n
?°r
ùn
à°r
SG p
?n
H n
’
(3)
k
ás
jp
Qƒo
M k
ás
`ju
ôo
M o
âr
Mn
ón
en
h@ k
AGn
Qr
ƒn
M o
âr
æn
°ùr
ën
à°r
SGn
h
Fakat, sizin divaneliğinizden korkmuş, gelememiş. zu-
lüm meşrutiyetin hatası değil, belki kafanızdaki cehaletin
adalet:
her hak sahibine hakkının
tam ve eksiksiz verilmesi, hakka-
niyet, âdillik.
arzu:
bir şeye karşı duyulan istek,
heves.
bîçare:
çaresiz.
cehalet:
bilgisizlik, cahillik.
dâülhusumet:
düşmanlık hastalı-
ğı.
derman:
ilaç, çare.
dert:
hastalık, illet, acı, ağrı, sızı.
divane:
deli.
düstur:
kanun, kaide.
ehlen ve sehlen:
hoş geldiniz, bu-
yursunlar manasında.
etfal:
çocuklar.
fenalık:
kötülük, uygunsuzluk.
fikr-i milliyet:
milliyet fikri; Bedi-
üzzaman Hazretlerinin kastettiği
anlam ittihad-ı İslâmdır.
had:
sınır.
hâl-i hâzır:
şimdiki zaman, şimdiki
hâl.
halâs:
kurtulma, kurtuluş.
hata:
kusur, yanlışlık yapma.
hekim:
doktor, tabip.
helâk:
yok oluş.
huri:
cennet kızı, cennet güzeli.
hükûmet-i meşruta:
meşrutiyet
hükûmeti.
hür:
esir veya köle olmayan, ser-
best.
hürriyeti:
herkesin meşru hare-
ketlerinde tam serbest olması.
ihtilâl:
ayaklanma, devlete isyan,
bozukluk, karışıklık.
mes’ul:
yaptığı işlerden hesap ver-
meye mecbur olan, sorumlu.
meşrutiyet:
bir hükümdarın baş-
kanlığı altındaki millet meclisi ile
idare edilen devlet sistemi.
methetmek:
Övmek, birinin iyi
şeylerini söyleme, sena, sitayiş.
mezcetmek:
katmak, kaynaştır-
mak, karıştırmak, birleştirmek.
misal:
benzer, örnek.
misal:
benzer, örnek.
muhabbet:
sevgi, sevme.
müderris:
medrese âlimi, ho-
ca, profesör.
nazar:
bakış, dikkat.
nur:
aydınlık, parıltı, ışık.
selâm etmek:
barış, esenlik
dilemek.
sır:
manevî hakikat ve mari-
fetler.
sual:
soru.
sülfato:
kinin sülfatına ve ge-
nel olarak kinin tuzlarına veri-
len ad; sıtma hapı.
tâ:
kadar, dek, değin.
tarif:
tanıtma, bildirme.
timsal-i nuranî:
nurlu ve par-
lak suret, resim; nurlu simge,
sembol.
tiryak:
ilâç.
zaaf:
âcizlik, zayıflık.
zehir:
ağu, sem, öldürücü
madde.
zulmetmek:
eza, cefa etmek.
zulüm:
haksızlık, eziyet.
m
ünazaraT
| 212 |
Eski said dönEmi EsErlEri
1.
Hepiniz çobansınız ve idareniz altındakilerden mes’ulsünüz. (Müslim, İmare: 20.)
2.
Vücudu hastalıktan şişerek dolgunlaşmış kimseyi güzel gördüm. (Arab atasözü)
3.
Hayır! Aksine, ben bir akarsudan su almak istedim. Bir bulutun çalışıp yağmur indirmesini
arzu ettim. Siyah gözlüyü güzel gördüm. Ben huri gibi güzel, hür bir hürriyeti methettim.