Şimdiki sivrisinekler beni cebir ile de€il, muhabbetle
kendilerine müttefik edebilirler. Bir buçuk senedir bura-
da memleketimin neşr-i maarifi için çalışıyorum. İstan-
bul’un ekserîsi bunu bilir.
Ben ki bir hamalın o€luyum; bu kadar dünya bana
müyesser iken, kendi nefsimi hamal o€ullu€undan ve
fakr-ı hâlden çıkarmadım. Ve dünya ile kökleşemedi€im
ve en sevdi€im mevki olan Vilâyat-ı Şarkiyenin yüksek
da€larını terk etmekle, millet için tımarhaneye, tevkifha-
neye ve Meşrutiyet zamanında işkenceli hapishaneye
düşmeme sebebiyet veren öyle umurlara teşebbüs et-
mekle, büyük bir cinayet (!) eyledim ki, bu dehşetli mah-
kemeye girdim.
YarI CinaYET
Şöyle ki: daire-i İslâm’ın merkezi ve rabıtası olan nok-
ta-i hilâfeti elinden kaçırmamak fikriyle; ve sabık sultan
merhum Abdülhamid Han Hazretleri, sabık içtimaî kusu-
ratını derk ile nedamet ederek kabul-i nasihate istidat
kesbetmiş zannıyla; ve “Aslâh tarik musalâhadır” mülâ-
hazasıyla, şimdiki en çok a€raz ve infialâta mebde ve to-
hum olan bu vukua gelen şiddet suretini daha ahsen su-
rette düşündü€ümden, merhum sultan-ı sabıka ceride li-
sanıyla söyledim ki:
“Münhasıf Yıldız’ı dârülfünun et; tâ süreyya kadar âlâ
olsun. Ve oraya seyyahlar, zebaniler yerine, ehl-i hakikat
melâike-i rahmeti yerleştir; tâ cennet gibi olsun. Ve Yıl-
dız’daki, milletin sana hediye etti€i servetini, milletin baş
i
ki
m
ekTeB
-
i
m
usîBeTin
Ş
aHadeTnamesi
| 134 |
Eski said dönEmi EsErlEri
a€raz:
gizli kinler, garezler.
ahsen:
en güzel, en iyi.
âlâ:
yüksek; büyük, şerefli.
aslâh tarik musalâhadır:
en güzel
yol barıştır, sulhtur.
cebir:
zorlama.
cennet:
Allah’a inanan, günah işle-
memiş veya günahlarından temiz-
lenmiş olanların öldükten sonra
girece€i, her türlü nimetten fayda-
lanacakları ve ebediyen içinde ka-
lacakları yer.
ceride:
gazete.
cinayet:
adam öldürme, cana kıy-
ma, katl; bu derecede a€ır suç.
daire-i islâm:
İslâm âlemi.
dârülfünun:
üniversite, ilim yeri.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
derk:
anlamak, kavramak.
ehl-i hakikat:
hakikati arzulayan-
lar, gerçe€i bulup onun peşinden
gidenler; Allah adamı.
ekserisi:
ço€unlu€u.
eylemek:
etmek, işlemek.
fakr-ı hâl:
fakirlik durumu.
fikriyle:
düşüncesiyle.
hamal:
yük taşıyıcısı.
hapishane:
tutuklu evi.
hazret:
övme maksadıyla kullanı-
lan tabir.
içtimaî:
toplumla alâkalı, toplum-
sal.
infialât:
gücenmeler, teessürler.
istidat:
bir şeyin kabulüne ve ka-
zanılmasına olan fıtrî meyil.
işkenceli:
sıkıntı ıstırap veren.
kabul-i nasihat:
nasihatin kabul
görmesi.
kesbetmek:
kazanmak.
kökleşememek:
yurt edinmek,
ba€lanmak.
kusurat:
kusurlar, noksanlıklar,
eksiklikler.
lisan:
konuşma dili.
mebde:
evvel, baş, başlama, baş-
langıç; ilk unsur, prensip; kaynak,
esas; temel bilgi.
melâike-i rahmet:
rahmet melek-
leri.
merhum:
kendine rahmet edil-
miş; rahmete kavuşmuş, ölmüş,
ölü.
merkez:
bir şeyin ortası, bir şeyin
en işlek yeri.
meşrutiyet:
Osmanlılarda 1876
Anayasasıyla başlayan, 1908 de€i-
şikli€iyle devam eden hukukî ve
siyasî döneme verilen ad.
mevki:
yer.
muhabbet:
ülfet, sevgi, sevme,
dostluk.
mülâhaza:
inceden inceye düşün-
mek.
münhasıf:
sönükleşen, sönen.
müttefik:
ittifak eden, birle-
şen, anlaşan.
müyesser:
nasip olan; kolay-
laştırılmış.
nedamet etmek:
yapılan bir
işten dolayı üzüntüye kapıl-
mak; pişmanlık.
nefis:
kendisi, zatı.
neşr-i maarif:
e€itimi yayma,
bilimleri, bilgileri insanların is-
tifadesi için yayma, neşretme.
nokta-i hilâfet:
hilâfet merke-
zi, halifelikle idare edilen dev-
letin başkenti.
rabıta:
ba€.
sabık:
önceki, geçmiş.
sebebiyet:
sebep olmak.
servet:
zenginlik, varlık, mal,
mülk.
seyyah:
yolcu; gezgin, gezici;
turist.
sultan:
padişah, hükümdar.
sultan-ı sabıka:
vazifesi bitmiş
sultan.
suret:
şekil, tarz, yol.
surette:
şekilde.
süreyya:
Ülker yıldızı.
terk etmek:
bırakmak.
teşebbüs etmek:
başlamak,
girişmek; kalkışmak.
tevkifhane:
tutuklu evi.
tımarhane:
akıl hastahanesi.
umur:
iş.
Vilâyat-ı Şarkiye:
do€u illeri.
vukua gelmek:
meydana ge-
len, olan.
Yıldız:
Yıldız Sarayı.
zan:
zannetmek, sanmak, ke-
sin olarak bilmeksizin kuvvetli
ihtimalle hükmetmek.
zebani:
Cehennemlikleri Ce-
henneme atmakla vazifeli me-
lekler.