Yoksa, “Bir Allah var” deyip, bütün mülkünü esbaba ve
tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek –haşa– had-
siz şerikleri hükmünde esbabı mercî tanımak ve her
şeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli
emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçileri-
ni, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Al-
lah’a iman hakikati onda yoktur. Belki küfr-i mutlaktaki
manevî cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir de-
rece teselliye almak için o sözleri söyler.
evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bü-
tün başkadır.
evet, kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczası ka-
dar şahitleri bulunan Hâlık-ı zülcelâl’i inkâr edemez…
etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayd
kalır.
Fakat ona iman etmek; kur’ân-ı Azîmüşşan’ın ders
verdiği gibi, o Hâlık’ı sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kâ-
inatın şahadetine istinaden, kalben tasdik etmek ve elçi-
leriyle gönderdiği emirleri tanımak ve günah ve emre
muhalefet ettiği vakit kalben tevbe ve nedamet etmek
iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar et-
memek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına
delildir. Her ne ise…
evlâtlarım, ehemmiyetli bir hâdise size bu uzun mese-
leyi kısaca beyan etmeye sebep oldu. Şimdilik sizlere
risale-i nur’un ehemmiyetli şakirtleri nazarıyla bakıyo-
rum. Mustafa oruç, çok talihlidir ki, kendi sisteminde ve
Emirdağ Lâhikası – ı | 349 |
inkar.
lâkayt:
kayıtsız, ilgisiz.
manevî:
manaya ait, maddî olma-
yan.
merci:
merkez, kaynak.
muhalefet:
uygun olmama, ayrı-
lık; zıtlık.
nazar:
düşünme, fikir, mülâhaza,
niyet.
nedamet:
pişmanlık.
sıfat:
hâl, keyfiyet, nitelik, vasıf.
şahadet:
şahit olma, şahitlik, ta-
nıklık.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şerik:
ortak, hissedar.
tabiat:
Allah’ın kâinata koyduğu,
kâinatın düzenini devam ettiren
kanun.
taksim:
bölme, parçalara ayırma,
üleştirme, paylaştırma.
talih:
şans, kısmet.
tasdik:
doğrulama, onaylama.
tazip:
azap çektirme, eziyet etme,
sıkıntı verme.
tekzip:
yalanlama, yalan oldu-
ğunu söyleme.
teselli:
avutma, acısını dindirme.
tevbe:
geri dönme, vaz geçme,
terk etme.
umum:
bütün.
zîşuur:
şuurlu, şuur sahibi.
beyan:
açıklama, bildirme,
izah.
cihet:
yön, sebep, vesile.
delil:
iz, nişan, emare.
dünyevî:
dünyaya ait.
ecza:
cüzler, parçalar, kısım-
lar.
ehemmiyetli:
önemli.
esbap:
sebepler, vasıtalar.
evlât:
çocuklar.
hâdise:
olay.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakikat:
gerçek, asıl, esas.
hâlık:
yoktan yaratan, her
şeyi yoktan var eden.
hâlık-ı Zülcelâl:
Sonsuz bü-
yüklük sahibi yaratıcı, Allah.
hâşâ:
asla, katiyen, öyle değil,
Allah göstermesin.
hükmünde:
değerinde, ye-
rinde.
inkâr:
reddetme, tanımama,
kabul ve tasdik etmeme, inan-
mama.
irade:
dileme, isteme, bir şeyi
yapıp yapmama konusunda
için olan iktidar, güç.
isnat:
dayandırma, mal etme,
bir şeyi bir kimseye ait gös-
terme.
istiğfar:
tevbe etme, Allah’tan
günahlarının bağışlanmasını
isteme.
istinaden:
istinat ederek, da-
yanarak.
kâinat:
evren; yaratılmış olan
şeylerin tamamı, bütün âlem-
ler.
kalben:
kalp ile, kalpten; içten
ve samimî olarak.
kur’ân-ı azîmüşşan:
şan ve
şerefi yüce olan Kur’ân.
küfr-i mutlak:
mutlak küfür,
hiç bir imanî hükmü, delili ka-
bul etmeme, kesin ve tam bir