oluyorum. Ve tekellüfe ve kıymetten ziyade kendimi gös-
termeye ve ziyade hüsnüzan edenlere karşı hoş görün-
mek için kendimi makam sahibi göstermek ve sırr-ı ih-
lâsa tam münafi kendini büyük göstermek ve vakar per-
desi altında benliğin zararlı ve fânî zevkini aramak hâ-
letleri ise, ey nefsim, meftun olduğun o zevkleri hiçe
indirirler.
ey nefis! ey zevke müptelâ bedbaht kör hissiyat! Bin-
ler dünyevî zevki alsan, şu vaziyette yine bozulur; o zevk
ayn-ı elem olur. Madem yüzde doksan mazideki ahbab
âdeta, güya beni berzaha çağırıyorlar. Bu hazır zaman-
daki on dosttan ben kaçmaya mecbur oluyorum. elbette
bu ihtiyarlık ve yalnızlık hayata, berzah hayat-ı manevi-
yesi bin derece müreccahtır diye, bu iki hakikatle, hadsiz
şükürler olsun, o ikinci nefs-i emmare tam susturuldu,
kalb ve ruhtan gelen zevke razı oldu. Şeytan dahi sustu,
hatta damarlarımdaki maddî hastalık da gayet hafifleşti.
E
LhasıL
:
ölsem, vazife-i nuriye daha ziyade ihlâs ile
rekabetsiz, ittihamsız inkişaf eder.
Hem, bu zamanda aramadığım cüz’î, muvakkat zevk
ve bu hayat ve dünya gözüyle fütuhat-ı nuriyeden gelen
lezzet bedeline, çok ağır, soğuk ve nahoş tekellüf elem-
lerinden ve hodfüruşluk zahmetlerinden ve tasannu za-
rarlarından kurtulmak vardır.
Hem, bu senede bir defa, ey nefis, ruh ve kalble
beraber çok müştak olduklarınız eski, zevkli ve
Emirdağ Lâhikası – ı | 345 |
meftun:
tutkun, müptela, aşırı
bağlanmış.
muvakkat:
geçici.
münafi:
zıt, aykırı.
müptelâ:
tutkun, bir şeye düşkün
ve tutulmuş olan.
müreccah:
tercih edilen, üstün tu-
tulan.
müştak:
arzulu, fazla istekli, işti-
yak gösteren.
nahoş:
hoş olmayan.
nefis:
kişinin kendisi, iyiliğe de kö-
tülüğe de meyli olan duygu.
nefs-i emmare:
insana kötü ve
günah işlerin yapılmasını emreden
nefis.
razı:
rıza gösteren, hoşnut olan.
rekabet:
rakip olma hâli, birbirini
çekememe.
ruhen:
ruh ile.
sırr-ı ihlâs:
ihlas sırrı, samimiyet
ve doğruluğun sırrı.
şükür:
nimet ve iyiliğin sahibini
tanıma ve ona karşı minnet
duyma.
tasannu:
yapmacık.
tekellüf:
gösteriş, yapmacık, sahte
tavır.
vakar:
ağırbaşlılık, heybetli oluş,
ciddiyet.
vazife-i Nuriye:
Risale-i Nur vazi-
fesi, hizmeti.
vaziyet:
durum.
zahmet:
sıkıntı, eziyet, meşakkat.
ziyade:
çok, fazla.
âdeta:
sanki.
ahbap:
dostlar.
ayn-ı elem:
elemin tâ kendisi.
bedbaht:
bahtsız, talihsiz, za-
vallı.
bedel:
bir şeyin yerini tutan,
karşılık.
berzah:
ruhların kıyamete ka-
dar bekleyeceği, dünya ile ahi-
ret arasındaki yer.
cüz’î:
küçük, az.
dünyevî:
dünyaya ait.
elem:
dert, üzüntü, maddî-
manevî ıztırap.
elhâsıl:
hasılı, netice itibariyle,
kısaca.
fânî:
muvakkat, geçici.
fütuhat-ı Nuriye:
Nur’un za-
ferleri, Risale-i Nur ile yapılan
iman ve Kur’ân hizmetinin akıl
ve kalpleri kendine cezp et-
mesi, kalpleri fethetmesi.
gayet:
son derece.
güya:
sanki.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hâlet:
hal, durum.
hayat-ı manevîye:
manevî
hayat.
hissiyat:
hisler, duygular.
hodfüruş:
kendini beğendir-
meye çalışan, övünen.
hüsnüzan:
iyi zan, güzel ka-
naat.
ihlâs:
bir işi, bir ameli, başka
bir karşılık beklemeksizin, sırf
Allah rızası için yapma.
inkişaf:
ortaya çıkma, gelişme.
itham:
töhmetlendirme, suçlu
görme.
kıymet:
değer.
maddî:
madde ile alâkalı.
madem:
çünkü, için, değil mi
ki, ...den dolayı, böyle ise, hele.
makam:
manevî mevki.
mazi:
geçmiş zaman.