göstermekte ve bu hayatta bâkî ve sermedî hayat için bir
şey kazanılmadan geçen vakitlere teessür hâsıl ettirmek-
tedir. Sureten ayrıldığımıza o kadar müteessir değilim.
Bilhassa sevgili Üstadın son dersi, bu fânî dünyanın en
zevkli hâlinden pek çok yukarı derecede bir bâkî hayat ol-
duğunu kat’iyetle müjde etmektedir.
Hulûsî
ì®í
Œ
9
œ
Gönül isterdi ki, o muazzam
Sözler’
e sönük yazılarım-
la biraz uzun cevap yazayım. Fakat buna muvaffak ola-
mıyorum. Kabiliyetimin azlığı, istidadımın kısalığı, iktida-
rımın noksanlığıyla beraber uhdeme verilmiş olan birkaç
maddî vazifelerin taht-ı tesirinde dimağım meşgul ve âde-
ta meşbuğ olduğundan, o mübarek cevherlerinize muka-
bil adî boncuk bile ibraz edemeyeceğim. Biliyorsunuz ki,
çok ifadelerimde sizi taklit ettiğim birinci sebebi, merbu-
tiyet-i halisânemin; ikinci sebebi, kudret-i kalemiyemin ki-
fayetsizliğidir. Fakat mübarek Yirmi Dördüncü Sözde mi-
sali geçen fakir gibi, ben de derim: Ey sevgili Üstadım.
Gücüm yetişse, elimden gelse bütün o nurlu
Sözler
aya-
rında kelimelerden mürekkep cümlelerle size maruzatta
bulunmak isterim. Fakat biliyorsunuz ki, yok. Niyetime
göre muamele buyurunuz.
Hulûsî
ì®í
BARLA LÂHİKASI | 63 |
oluş, mensubiyet, eklilik.
merbutiyet-i halisâne:
halis, hi-
lesiz bağlılık, saf ve temiz alâka.
meşbu:
doymuş, tok.
meşgul:
işgal olunmuş, doldurul-
muş, zapt edilmiş, tutulmuş.
misal:
bir şeyin benzer hâli, ben-
zer, örnek, nümune.
muamele:
davranma, davranış,
birine karşı her hangi bir davra-
nışta bulunma.
muazzam:
ulu, muhteşem.
mukabil:
karşı, karşılık, muadil.
mübarek:
hayırlı, mutlu, kutlu,
uğurlu.
müjde:
sevindirici haber, iyi ha-
ber, muştu, beşaret.
mürekkep:
terkip edilmiş, iki ve-
ya daha çok şeyin karışmasından
meydana gelen, birleşmiş, birle-
şik.
müteessir:
teessüre kapılan, his-
leriyle oynanmış, üzülmüş, hü-
zünlü, kederli, mahzun.
niyet:
maksat, meram.
sermedî:
ebedî, sürekli, daimî,
ölümsüz.
sureten:
suret olarak, görünüş iti-
barıyla, şekilce, şekil olarak.
taht-ı tesir:
tesir altında, etki al-
tında.
taklit:
benzemeye veya benzet-
meye çalışma.
teessür:
kederlenme, üzülme, iç-
lenme, bir şeyin etkisini duyma.
uhde:
sorumluluk.
Üstad:
Bediüzzaman Said Nursî
Hazretlerinin, özel isim yerine ge-
çen bir sıfatı; öğretici, öğretmen.
vakit:
vakit, zaman, an.
vazife:
ödev, bir kimsenin yap-
mak zorunda bulunduğu iş.
zevk:
hoşa giden hâl.
âdeta:
sanki, düpedüz, baya-
ğı, bas bayağı.
adî:
bayağı, aşağı, değersiz.
ayar:
seviye, denk.
bâkî:
ebedî, daimî, sonu gel-
mez, bitip tükenmez, ölmez,
sonsuz.
bilhassa:
her şeyden önce,
başta, hele, en çok, hususan,
hususî olarak, özellikle, mah-
sus.
cevap:
soruya verilen karşılık.
cevher:
elmas, değerli taş.
dimağ:
akıl, şuur.
fakir:
zavallı, bîçare, âciz.
fânî:
muvakkat, geçici.
hâl:
durum, vaziyet, keyfiyet;
içinde bulunulan durum ve
şartların bütünü.
halis:
hilesiz, katıksız, karışık-
sız, saf, duru.
hâsıl:
üreyen, türeyen, biten.
ibraz:
meydana çıkarma, or-
taya koyma, gösterme.
ifade:
anlatma, anlatım, anla-
tış.
iktidar:
güç yetme, yapabil-
me, bir işi gerçekleştirmek
için gereken kuvvet.
istidat:
akıllılık, anlayışlılık.
kabiliyet:
iktidar, liyakat.
kat’î:
kesin.
kifayet:
kâfi miktarda olma,
yeter, yetişme, yetme, yeter-
lilik.
kudret-i kalemiye:
kalem
kuvveti, yazma gücü.
maddî:
maddeye ait, madde
ile alâkalı, cismanî.
maruzat:
arz olunanlar, arz
edilenler, takdim edilenler,
makam, mevki, yaş v.b. ba-
kımdan yüksek birine sunu-
lan şeyler.
merbutiyet:
bağlılık, mensup