Barla Lâhikası - page 67

Verdiğiniz dersi, namınıza olarak vekâleten,
alâkadri’l-im-
kân,
mü’minlere tebliğ eylemek ve Allah’ın verdiği haki-
kî muhabbeti ebeden taşımak ve buna mukabil Erhamür-
râhimîn ve Ekremü’l-Ekremîn, Ahsenü’l-Hâlıkîn, Rabb-i
Rahîm ve Kerîm Hazretlerinden hakikî muhabbetin Otuz
İkinci Sözün üçüncü Mevkıfında izah buyurulan neticesi-
ne mazhar buyurulmaktır. İman-ı tahkiki yolunda buluş-
tuğumuz Hakkı Efendi ile niyetimiz hakka, sıdka, ihlâsa
iştirakimiz muhakkaktır.
Hulûsî
ì®í
Œ
16
œ
Bu mektubunuzdaki sual ile en son yazılmış olan Otuz
İkinci Söz ile münasebet ve müşabehet nev’inden bu de-
faki ariza-i cevabiyem üç vakfeli oldu.
Demek oluyor ki, Risale-i Nur manevî bir güneş, her
bir Söz muhtelif kadirlerden nuranî yıldızlar ve Otuz İkin-
ci Söz üç mevkıfı ile bu yıldızların hepsinin üstünde par-
layan ve enzar-ı dikkati hâhnâhâh üzerlerine celbeden ha-
lis nurdan vücuda gelmiş birinci kadirden pek nurlu, er-
bab-ı imana gülümseyen, ahzab-ı dalâlete haşmetle ba-
kan, gözlerini kör eden, erbab-ı gafleti uyandıran pek haş-
metli, çok nurlu birinci kadirden bir kevkeb-i nevvardır.
Ne yapayım talebenizin dili bu kadar dönüyor. Yoksa bu
sönük ifade o mübarek Sözler için sarf edilmek lâyık ol-
madığını biliyorum.
BARLA LÂHİKASI | 67 |
edici, cömert, eli açık.
kevkeb-i nevvar:
parıldayan yıl-
dız.
lâyık:
uygun, yakışır, münasip.
manevî:
madde dışı olan, maddî
olmayan, manaya ait.
mazhar:
nail olma, şereflenme,
kavuşma; nail olmuş, erişmiş, ka-
vuşmuş.
mevkıf:
durma yeri, durak, istas-
yon.
muhabbet:
sevgi.
muhtelif:
türlü türlü, çeşitli, çeşit
çeşit, farklı.
mukabil:
karşılık olarak, karşılı-
ğında.
mü’min:
iman eden, inanan.
mübarek:
feyizli, bereketli.
münasebet:
ilgi, alâka, yakınlık.
müşabehet:
benzeme, benzeyiş,
andırma.
nam:
yerine, vekillik.
netice:
öz, özet.
nev:
cins.
niyet:
maksat, meram.
nuranî:
nurlu, ışıklı, parlak, mü-
nevver.
Rabb-i Rahîm:
şefkat ve merha-
met sahibi olan Cenab-ı Hak.
sarf:
kullanma.
sıdk:
doğruluk, gerçeklik, hakikat.
sual:
soru.
talebe:
öğrenci.
tebliğ:
yetiştirme, ulaştırma, gö-
türme, bitiştirme, eriştirme.
vakfe:
durma, dikilme.
vekâleten:
vekâlet yoluyla, birisi-
ne vekil olarak, başkası adına.
yıldız:
gökyüzünde görülen ışıklı
gök cisimlerinden her biri.
Ahsenü’l-Hâlıkîn:
yaratıcıla-
rın en güzeli; Allah.
ahzab-ı dalâlet:
iman ve İslâ-
miyetten ayrılmak.
alâkadri’l-imkân:
imkânlar el
verdiği kadar.
arıza-i cevabiye:
sunular arz
edilen cevap, alttan üste su-
nulan yazı.
celp:
çekme, çekiş, kendine
çekmek.
defa:
kere, kez, yol.
Ekremü’l-Ekremîn:
cömert-
lerin en cömerdi, keremlerin
en keremlisi.
enzar-ı dikkat:
dikkatli bu-
luşlar.
erbab-ı gaflet:
gaflet ehli,
dikkatsiz, duyarsız kimseler.
erbab-ı iman:
ehl-i iman,
iman sahipleri.
Erhamürrâhimîn:
merhamet
edicilerin en merhametlisi.
hâhnâhâh:
ister istemez.
hak:
doğruluk.
hakikî:
doğru, gerçekten.
halis:
gerçek.
haşmet:
ihtişam, gösterişlilik,
heybet, büyüklük.
haşmetli:
ihtişamlı, gösterişli,
heybetli.
ifade:
anlatma, anlatım, anla-
tış.
ihlâs:
bir işi, bir ameli, başka
bir karşılık beklemeksizin, sırf
Allah rızası için yapma.
iman-ı tahkiki:
şuurlu ve
araştırmaya dayalı iman.
imkân:
iyi şart, elverişli şart.
iştirak:
katılma, benimseme.
izah:
açıkça ortaya koyma,
açıklama yapma, bir konuyu
ayrıntılarıyla ortaya koyma,
eksiksiz anlatma.
Kerîm:
kerem sahibi, ihsan
1...,57,58,59,60,61,62,63,64,65,66 68,69,70,71,72,73,74,75,76,77,...720
Powered by FlippingBook