uyandırdı. Sonra anladım ki, Kur’ân-ı Hakîm’in nur ve zi-
yadar menbaı cuşuhuruşa gelmiş. Furkan-ı Hakîm’in el-
mas maadininden dehşetli bir infilâk husul bulmuş. Söz-
ler namında hadsiz tiryaklar ve mücevherat zahir oldu.
Pek çok kalb def-i maraz ve kesb-i afiyet etti. Furkan-ı
Mübin’in feyziyle Sözlerinin her birini herkese görmek
müyesser olmayan gayet dakik ve amik beyanat-ı harika-
larını röntgen makinesi ile temsil ediyorum. Nasıl o rönt-
gen şuaı şu uzuvların içindeki en hafî ve ince hâli görü-
yor, gösteriyor. Öyle de, nurların hazinedarları olan Söz-
ler dahi, hakaik-ı eşyada en ufacık zerreleri bile görmek
ve göstermek hassasını haizdir.
Sabri
ì®í
Œ
56
œ
[Şu iki fıkra Hüsrev’indir.]
Şimdiye kadar emsaline tesadüf etmediğim bu güzel ve
yüksek
Sözler
’i birdenbire kavramak herkese müyesser
olamayacağı için affımı rica ediyorum. Duanız berekâtıy-
la bir gün gelip ona da Cenab-ı Hakkın muvaffak buyu-
racağı ümidini taşıyorum. Ve beni zat-ı âlînize tevdi eden
ve
Sözler
’i yazmaklığıma ruhsat veren Cenab-ı Hakka
milyarlarca hamd ediyor ve şükrediyorum.
Hüsrev
ì®í
afiyet:
sağlık, esenlik.
amik:
inceden ince, tafsilâtlı, ay-
rıntılı.
bereket:
mübareklik, uğurluluk.
beyanat-ı harika:
harika açıkla-
ma ve izah.
cuşuhuruş:
çoşkuyla dolup taş-
ma.
dakik:
derin anlamlı.
def-i maraz:
hastalığı savma, mâ-
ni olma, hastalığı ortadan kaldır-
ma.
dehşet:
olağanüstü heyecan veri-
ci.
elmas:
çok kıymetli bir mücev-
her.
emsal:
eş, benzer.
feyz:
Allah’ın kuluna bağışladığı
marifet ve dinî heyecan.
Furkan:
Kur’ân-ı Kerîm’in bir ismi.
Furkan-ı Mübin:
hak ile batılı
tam olarak ayıran; Kur’ân-ı Kerîm.
gayet:
çok, fazla, son derece.
hafî:
gizli.
haiz:
taşıyan.
hakaik:
hakikatler, doğrular, ger-
çekler.
hakaik-i eşya:
eşyanın aslı esası,
iç yüzü.
hâl:
durum, vaziyet, keyfiyet;
içinde bulunulan durum ve şart-
ların bütünü.
hamd:
teşekkür, şükran.
hazine:
para, altın gibi kıymetli
şeylerin saklandığı sağlam yer.
infilâk:
patlama, şiddetli patlama.
kalb:
ruh, Allah’ın tecelli ettiği
yer.
kesb-i afiyet:
sağlığa kavuş-
ma, iyileşme.
maadin:
madenler.
menba:
kaynak, her hangi bir
şeyin çıktığı yer.
muvaffak:
başaran, başar-
mış, başarılı.
mücevherat:
mücevherler,
elmas, yakut, zümrüt v.b. süs
taşlarıyla süslenmiş ziynet
eşyaları.
müyesser:
nasip olan.
nam:
ad, isim.
rica:
dileme, isteme.
röntgen:
gözle görülmeyen
fakat vücudun et kısmından
geçerek filme tesir eden, has-
talıkların teşhisinde kullanılan
ışın, x ve gama ışınları.
ruhsat:
izin, müsaade, icazet.
şua:
ışın, güneşten veya baş-
ka bir ışık kaynağından uza-
nan ışık telleri.
şükür:
nimet ve iyiliğin sahi-
bini tanıma ve ona karşı min-
net duyma.
temsil:
benzetme.
tesadüf:
rastgelme, rastlantı.
tevdi:
emanet olarak bırak-
ma, emanet etme.
tiryak:
en iyi çare, baş ilâç.
uzuv:
bir canlıyı meydana ge-
tiren parçacıklardan her biri,
organ.
ümit:
umut, umma, ümit; ba-
zı şeylerin istediği yönde ol-
ması konusunda beslenen
his.
zahir:
açık, belli, meydanda.
zat-ı âlî:
üstün, değerli kimse.
zerre:
maddenin en küçük
parçası, molekül, atom.
ziya:
ışık, aydınlık, nur, par-
laklık.
| 102 | BARLA LÂHİKASI