16 Aralık 2024 günü aramızdan ayrılan Muhsin Demirel kardeşimizin, vefat ve sonrası, bazı tevafukat, peş peşe geldi.
Benim arkadaşlar grubumda, hasta olduğunu ve dua etmemizi rica ettiğim mesajımın haricinde, Mikâil Yaprak için yazdığım şifa makalesinin içinde de, ayrıca, ismini zikrederek, yine şifa duası istedik.
İkindi civarında, vefat ettiği günün sabahında, Yeni Asya’da, İslâm Yaşar’ın, daha neşredilmemiş olan bir romanından, ondan bahsettiği kısmı, ona dua niyetiyle neşredildiğini, öğle civarında görüp, okuyunca, yine grubumda paylaştım. Fakat ne tevafuktur ki, onu paylaştıktan iki saat kadar sonra, Abdullah Eraçıkbaş kardeşimizden gelen bir mesajla, vefat haberini aldım, çok müteessir oldum ve hemen acele, Fatiha ve dualara vesile olması niyetiyle, bir makale yazdım.
İki gün sonra cenaze merasiminin yapılacağı haberini alınca, gitmeye niyetlendim. Bozüyük YHT istasyonundan Ankara’ya bilet aldım. O sabah da, Bursa’dan, Bozüyük’e kadar, bir arkadaşımız, sağ olsun götürdü. Ankara’da inince, yine fedakâr kardeşlerimiz bizi istasyondan aldı. Maltepe’deki vakıf binamıza gittik. Namaz vakti yaklaşınca, Ali Vapur’un arabasıyla; Ömer Tuncay ve Orhan Lâle kardeşimle beraber, dördümüz gittik. Diyanet İşleri Başkanlığı camiinde kılınacak namaz için oraya müteveccihen giderken, ben, “Namazı, belki de Diyanet işleri başkanı kıldırır” dedim.
Camiinin bahçesine girince, bir baktık, acâib bir kalabalık vardı. Etrafa, şöyle bir göz gezdirdiğimizde, birçok eski kardeşimizi gördük. Kucaklaştık, hâlleştik. O ara, yanıma gelen bir kardeşimiz; “Ağabey, tâziye makalesini çok güzel yazmışsınız. Bir de, onun, şu eski arkadaşları bir araya getirdiğini yazarsanız, çok iyi olur” dedi. Ben de; “inşâallah kardeşim!” dedim. Ve onun o arzusu üzerine de, bu satırları yazmaya çalıştım.
Bahçede, arkadaşlarla görüşüp hâlleştikten sonra, ezan okununca içeri girdik. Ben, ön safflara geçebilmiştim. Ezan bitmeye yakın imam efendi yanımızdan geçti. Bir baktım, hakikatten de, tahmin ettiğim gibi Başkan Erbaş’tı. Cenaze namazını da, o kıldırdı. Bir de, güzel konuşma yaparak, Muhsin kardeşimizin, başta hattatlığından bahsedip, hazırlığı biten, onun yazdığı Kur’ân’ın da yakında basılacağını söyledi.
Muhsin kardeşimizin Üstadın okuduğu virdleri bir araya getirdiği kitabı
Namazdan sonra cenaze defni için Gölbaşı kabristanına doğru gittik. İşin garibi, bir gün evvel, Ankara çok soğuk imiş. Biz de ona göre, biraz sıkı giyindik. Ama o gün, maşâallah, hava iyiydi, bu tevafuka da şaşırdık. Cenaze defninden sonra, arkadaşlardan birbirini kucaklayanlar, resim çektirenler oldu. Ben de, talebelik zamanımız arkadaşlarımdan, Ahmed Aydınbaş ve Canib Pirim’i yanıma çağırıp, bir resim çektirdim. İlk anda, ikisi de, birbirini tanıyamamıştı. Garib ve hoş bir hâlet oldu. Daha sonra bazı arkadaşlar da, seneler sonra resimlerini görünce, “Sokakta görsek tanımazdık” dediler. Ben de, “O bir şey mi, kendileri birbirini tanıyamadı” dedim, gülüştük.
Muhsin kardeşin evi, hemen kabristanın yakınandaydı. Rahmetli, o evi alınca, hanımına lâtife yapmış “Bak ne güzel, ev de, kabristana yakın” diye. Tevafuk işte… Vazifemizi bitirdikten sonra, gece yarısı Bursa’ya döndük. Muhsin kardeşimi unutmak, hatırlamamak, mümkün değil. Hele de ben… Onun, üstadın evradlarını bir araya getirdiği, “Evrâd-ı Nuriye” nin elime geçmesinden sonra, Üstadın, her sabah kerahet vaktinde okuduğu “işrakiye” duasını okudukça, onu her gün yâ’d ediyorum. O duadan haberi olmayan, bazı arkadaşlara da öğretmiştim. Tekrar, Muhsin kardeşime, binler rahmet dilerim.