Son haftalarda, yine basit bir vesileyle, “şeriat nedir ve ne değildir” meseleleri gündeme geldi.
Osmanlı’nın son dört yılında fetva kitabı yazma heyeti olarak çalışan ‘Dârü’l Hikmet-il İslâmiye’nin de üyelerinden olan, Bediüzzaman Hazretlerinin bu konudaki fikirleri de fevkalade önemli ve yenileyici ya da yenilikçidir.
Müceddid Bediüzzaman Hazretlerinin o dönemde yayınladığı iki ayrı eserde yer alan ve birbirine kısmen benzeyen bu iki tarifi aşağıya alıp üzerinde konuşalım.
BİLMEMİZ GEREKEN ŞERİAT
Hakikat Çekirdekleri’ndeki şeriat tarifi şöyle:
“Şeriat ikidir: Birincisi: Âlem-i asgar olan insanın ef’al ve ahvalini tanzim eden ve sıfat-ı kelâmdan gelen bildiğimiz şeriattır.
İkincisi: İnsan-ı ekber olan âlemin harekât ve sekenatını tanzim eden, sıfat-ı iradeden gelen şeriat-ı kübra-yı fıtriyedir ki; bazan yanlış olarak tabiat tesmiye edilir. …”
Bugünkü dile -noksan ama- şöyle aktarabiliriz:
“Şeriat iki türlüdür: Birincisi: Küçük bir âlem hükmünde olan insanın fiillerini ve hallerini tanzim eden ve Allah’ın kelam sıfatından gelen şeriattır ki bu ‘bildiğimiz şeriat’tır.
İkincisi: Büyük bir insan hükmünde olan âlemin hareketlerini ve durumunu tanzim eden ve Allah’ın irade sıfatından gelen fıtrî ve büyük şeriattır. Ki bu ikinci şeriata -bilhassa bunun da bir şeriat olduğunu bilmeyenlerce- bazen yanlış olarak ‘tabiat’ denilir. …”
BİLMEDİĞİMİZ ŞERİAT: TABİAT
Yukarıdaki paragraftaki “bildiğimiz şeriat” vurgusu bize şunu gösteriyor:
Osmanlının son döneminde de, cehalet hali, aynen bugünkü gibi imiş. Şeriat aslında ikiye ayrılıyormuş. Herkesin en azından adını bildiği şeriat’ın yani hukuk’un dışında ama aslında onun da kökünü ve kökenini oluşturan ikinci bir şeriat varmış ve bizler o şeriatı pek bilemiyormuşuz. Hatta yanlış olarak o şeriata “tabiat” deyip geçiyormuşuz.
Bediüzzaman Hazretleri Nokta Risalesinde yukarıdaki tarifi biraz daha açmış: “Şeriat-ı İlahiye ikidir:
Biri: Sıfat-ı kelâmdan gelen bir şeriattır ki, beşerin ef’al-i ihtiyariyesini tanzim eder.
İkincisi: Sıfat-ı iradeden gelen ve evamir-i tekviniye tesmiye edilen şeriat-ı fıtriyedir ki, bütün kâinatta cari olan kavanin-i âdâtullahın muhassalasından ibarettir.
Evvelki şeriat nasıl kavanin-i akliyeden ibarettir; tabiat denilen ikinci şeriat dahi, mecmu-u kavanin-i itibariyeden ibarettir. Sıfat-ı kudretin hâssası olan tesir ve icada mâlik değillerdir.”
ŞERİATIN HAKİKATİ
Metni bugünkü dile -yine noksan ama- şöyle aktarabiliriz:
“Allah’ın şeriatı iki türlüdür: Onun kelam sıfatından gelen ve vahiyle kullarına bildirilen şeriat insanın iradî fiillerini düzenler. Yani Allah vahiyle insana emreder ama yapıp yapmamak konusundaki iradeyi insana bırakır. Bunlar aklî kurallardır.
Onun irade sıfatından gelen ve bütün kâinatı kuşatan ama yanlışlıkla ‘tabiat kanunları’ denilen şeriatta ise, mahlûkâtın iradesinin bir hükmü yoktur. Bunlar itibarî kanunlar mecmuasıdır. Bu mecmua müeyyide uygulayamaz. Tesir ve icat bizzat Allah’a aittir.”
“Elhamdülillah Müslüman”sak…
İKİ ŞERİATA İMAN
Yaratıcının varlığına ve kâinatın bir kanun çerçevesinde hareket ettiğine inanan bir mümin, hangi tarihte ve nerede yaşamış olursa olsun ve hangi dine (vahye) mensup olursa olsun, “bildiğimiz şeriatın” yani vahiyle gelen hukukun da hak ve doğru olduğuna da inanır. O bunu gerektirir.
Hukuka Giriş kitaplarındaki; pozitif hukuk, ideal hukuk, tabii hukuk… kavramlarını da bu gözle okuyup şerh edersek, iman ve küfrü hakkıyla muvazene etmiş ve müminin şeriatlara olan imanına destek vermiş oluruz.
Sonraki yazılarda konuyu biraz daha açmaya çalışalım inşallah.