Mustafa bey hoşgeldiniz. Yoğun koşuşturma arasında bize vakit vakit ayırdığınız için teşekkür ediyorum. “Hukukçu olmak zor, fakat hakkıyla yapılırsa şerefli bir meslek. Adalet için koşuşturmak kolay değil.” deniyor. Uygulamanın içinden birisi olarak, bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Adalet ayrım gözetmeksizin her rengi kuşatır, kucaklar. Hukuk nezdinde herkes eşittir. Temel hak ve hürriyetlerden istifade etmek için insan olmak kâfidir.
Demokratik toplumlarda; adalet, hürriyet ve meşveret insanların duygu ve düşüncelerini ifade etmesine, kabiliyetlerinin gelişmesine fırsat verir, insanın kendisini değerli hissetmesini sağlar.
O zaman adalet sadece hukukçuların değil, bütün insanların meselesi diyebiliriz.
Elbette. Adalet, sadece Adliyelerde çalışanların, hâkim, savcı ve avukatların meselesi değil; her insanın vazifesidir. Her insanın, her Müslümanın sahip çıkması, ayakta tutması gereken insanî bir değer. Kur’ân’ın dört esasından biri.
Evet, ideal olan bu. Ancak uygulamada çok hata ve yanlışlıklar olabiliyor.
Her şeyde olduğu gibi, adalet de suistimal edilebilir. Yanlış uygulanıyor diye, adaletten vazgeçmek mümkün değildir. Bir süreliğine kullanılacak bir değer değildir. Allah “adaletli olun” ve suistimal etmeyelim diye de “Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten ayrılmaya sevk etmesin.” diye emrediyor.
“Adalet bir gün herkese lâzım olur” sözünü nasıl anlamalıyız.
Biraz önce söylediğimiz gibi; Adalet duygusu insanî, imanî ve herkesin muhtaç olduğu bir değerdir. “Bir gün bana lâzım olur” diye savunulmaz. İnsanî bir değer olduğu için savunulur. Herkesin sahip çıkması gerekir. “Zulüm bana değmiyorsa bin yaşasın” denilmez.
Her Cuma günü hutbede hatırlatılıyor: “Şüphesiz ki, Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder. Hayasızlıktan, fenalıktan ve azgınlıktan nehyeder. Öğüt almanız adalete sahip çıkmanız için size böyle öğüt verir.” (Nahl Suresi: 90) diyor.
İster Allah’a inanın “inanç” deyin, ister inanmayın “karma” deyin, adaletin bir gün mutlaka yerine geleceği, kesindir ve işin sonunda, adaletsizlik yapanların geri dönülemez bir şekilde cezalarını bulduklarını tarih bize gösteriyor.
Adaletsizlik yapanlar, aslında kendi kötü sonunu hazırlamaktadır. “Zulüm ile abad olanın akıbeti berbat olur!” demiş Yunus Emre. Tarih, bu gerçeğin sayısız örnekleriyle doludur.
Haklısınız, insanlık tarihinde her dönemde adalet mücadelesi verilmiş, veriliyor.
Mücadele kıyamete kadar devam edecek. Adaletin tecellisi için mücadele edenler, bedel ödeyenler olduğu gibi; adalet tecelli edecek diye ödü kopanlar da var.
Mustafa bey, izninizle Kâzım Güleçyüz’ün tutuklanması olayını sormak istiyorum. Siz süreci başından beri takip ediyorsunuz. Olay nasıl oldu, nasıl gelişti?
Evet maalesef hâlâ böyle hadiseler yaşanıyor Türkiye’de.
23 Ekim 2024 Çarşamba günü sabah erken bir vakitte Kâzım Beyin eşi aradı. Evlerine çok sayıda emniyet görevlilerinin geldiğini, evde arama yaptıklarını ve Kâzım beyi gözaltına aldıklarını söyledi. Biz de İstanbul Terörle Mücadele Müdürlüğüne gittik. Ancak öğle vaktinde Kâzım Beyle görüşebildik. İfadesi alındı ve aynı gün Adliyeye sevk edileceğini öğrendik.
Oysa “ifade hürriyeti; insanların görüş, kanaat, düşünce ve taleplerini başlarına kötü bir şey gelmesi korkusu taşımadan serbestçe ifade edebilmeleridir” diye tarif ediliyor, değil mi?
Evet; kaldı ki hukukta sanığın ölmesiyle dava düşer. Olay artık ‘Mahkeme-i Kübra’ya havale edilmiştir. Olayın insanî boyutu devreye girer.
Bildiğimiz kadarıyla tutuklama bir cezalandırma aracı değil, sadece şartları oluştuğunda alınan bir tedbir. Tutuklama kararının gerekçesi ne gösterildi?
”Kaçma şüphesi”. Trajik ama gerçek. Biz de 24 saat geçmeden tutuklamaya itiraz ettik.
Nasıl bir karar verildi?
Şu ana kadar (röportajın yapıldığı zaman) henüz itirazımız konusunda bir karar tarafımıza bildirilmiş değil.
Bu arada sosyal medyada gözaltı ile servis edilen görüntüler, Kâzım beyin gözaltına alınış görüntüleri değildir, arşiv görüntüleridir. Kamuoyuna kasıtlı bir şekilde servis edildiğini düşünüyoruz.
Demokratik bir hukuk devletinde bir mesaj sebebiyle tutuklama mümkün mü sizce?
Her insanın ifade hürriyeti vardır. Bu husus şimdilerde çokça tartışılan Anayasamızda ve Uluslararası Sözleşmelerde açıkça vurgulanmıştır.
Anayasa’nın 26. Maddesi’ne göre:
“Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar.”
BM Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmenin 18. Maddesi’nde, “Herkesin düşünce, vicdan ve din hürriyeti hakkı” düzenlenirken; Madde 19’da ise “Herkes, kimsenin müdahalesi olmaksızın istediği düşünceye sahip olma hakkına sahiptir” denilerek “hiç kimsenin kanaatleri için rahatsız edilemeyeceği” vurgulanmıştır.
Hak ve hürriyetlere konjonktürel olarak yaklaşım mümkün mü? Yani şartlara göre “bazı zaman kullanabilir, bazı zaman askıya alabiliriz” denebilir mi?
Hak ve hürriyetler iç içe geçmiş halde yaşarlar. Bir hakkı tanırsanız diğer haklar da yavaş yavaş belirir. Bir hakkı ihlal ederseniz, diğer haklar da yavaş yavaş geriler. Bu fertlerin kendi hak ve hürriyetlerine sahip çıkma şuuru ile yakından ilgilidir.
İfade hürriyeti, aynı zamanda bir kavşak niteliğindedir. Bir ülkede yeterli seviyede ifade hürriyeti varsa, orada diğer hak ve özgürlüklerin de -basın, din ve vicdan, toplantı ve gösteri, siyasî haklar vs- mevcut bulunduğuna bir işarettir.
Gazetecilerin, aydınların, düşünürlerin fikirleri, ifadeleri, haber ve yazıları için gözaltına alınmaları, hapsedilmeleri ülkemizde neredeyse “vaka-i adiye”den sayılıyor sanki.
Hak ve hürriyetleri düzenleyen hukukî belgelerdeki hükümler çok naif gözükse de; olması gereken bu hürriyetlere sahip çıkılması, korkusuzca kullanılmasıdır.
Çünkü fikirler, iktidarın siyasî söylemiyle, zorla, mahkemeyle, hapisle susturulamaz, etkisizleştirilemez. Fikirlere karşı baskı ve şiddetle mücadele imkânsızdır. Tarih buna şahittir.
Bir fikir doğru veya yanlış olabilir. Her doğru bir yanlışı, her yanlış bir doğruyu barındırabilir. Fikre karşı ancak fikirle mücadele edilir, edilmelidir.
“Sadece hoşumuza giden fikirler için değil, hoşumuza gitmeyen, sarsıcı, şok edici, rahatsız edici olsa bile fikir hürriyeti kapsamında değelendirilmesi” yönünde çok sayıda AİHM kararları var.
Mustafa bey izninizle biraz özel bir soru sormak istiyorum. Bazıları “Böyle hassas bir ortamda, temsil konumunda olan birisi böyle bir mesaj yazmasa iyi olurdu” diyor. Ne dersiniz?
Duruma hissî ya da konjonktürel bakış açısından ziyade, hukukî bir bakış açısından bakarak değerlendirmekte fayda var.
Konuyu hukukçu dostlarla da müzakere ettik. Bir şeyin doğruluğu veya yanlışlığı ayrıdır, onun hukukî olarak sorumluluk gerektirip gerektirmediği ayrıdır. Güleçyüz’ün başsağlığı dilemesini yanlış görmek; bu yanlışlık başka bir yanlışlığı, hukukî olarak yanlış bir değerlendirmeyi gerektirmez. Kaldı ki tüm mesajı dikkate aldığınızda ve bağlamından koparmadığınızda, söz konusu mesajın anlamının çok daha farklı olduğu görülecektir.
Hukuk, delile bakar, duygusallığa, hamasete ve siyasî tercihlere göre karar veremez. Güncelin etkisinde kalan bir hukuk anlayışı, hukukî değil, siyasîdir. Güncel siyaset farklı olsa da, hukuk ilkesel olmayı gerektirir.
Şu aşamada yapılması gereken nedir sizce?
Süreci takip ediyoruz. Adalet er geç tecelli edecek. Yapılması gereken hak ve hürriyetlere sahip çıkmak. Hukuksuzluklara karşı hukukun içinde kalarak müspet hareketle mücadele etmek. Kavlî ve fiilî duâya devam etmek.
İnanıyoruz ki; siyaset ve dış tesirler yargıya müdahale etmezse, kendi hâline, tabiî işleyişine bırakılırsa yargı kendini çabuk toparlar.
Mustafa bey yoğun mesainiz içinde bize vakit ayırdığınız için tekrar teşekkür ediyorum.